Selim Temo: Yeni Dönem ve Görevlerimiz

Yazarlar

Hemîdê Smayîlaxa’nın azîz hâtırasına hürmet ile…

Mücadele dönemlerinde birliği sağlayan şey, seçilen mücadele yönteminin tümüyle ideal ve doğru olması değildir. Özgürlük ve kurtuluş mücadelesi, meşruiyetini haklı ve yaygın bir talep olmasından alır. Eğer yöntem salon hümanizmini incitiyorsa, mücadeleyi bu yönteme zorlayan, hatta mecbur bırakan etkenin bizatihi efendi olduğu gözden kaçırılıyor demektir. Dolayısıyla efendi dururken köleye bağırmak, onu kınamak ahlâkî değildir. Böylesi bir politik ve stratejik çerçeve, eleştiriyi sürekli olarak “evin içine” taşır. Dışarıya renk verilmez, çünkü sömürgelinin her bir günahı sömürgecinin bin sevabına eşittir! Sayısız Kürdistanlının adına “xîret” diyebileceğimiz tutumunu bu şekilde özetleyebiliriz.

Şimdi ise, yeni bir aşamaya geçiyoruz. Bu yüzden siyasî dergilerimizde sıkça gördüğümüz bu “demode” ve “güncel” başlığı seçtim. “Görevlerimiz” sözcüğü, elbette örgütsel veya kurumsal bir hiyerarşi dilini tekrar ve taklit etmiyor, bunun yerine yeni dönemde Kürt aydınlarının faaliyet imkânlarına dair bir tür hasbıhal ve çağrı tonu taşıyor. Akla hemen pek çok soru gelecektir: Bir kısmını entelektüellerin kurduğu ama Kürt aydınlarına pek de kulak asmayan Kürt partilerinin iktidar alanlarında bir aydın girişimi mümkün müdür? Xîreti önceleyen, ama hizaya girmeyen aydın tutumunun yanı sıra angaje ya da karşıt bütün aydın tutumlarının ortak sorun ve müdahale havuzuna biriktiği söylenemez mi? Zihnimizin arkasındaki sayısız yaşantı, acı bilgi, çelişki, travma ve anıyı bizi düşünüp eyleme noktasında felç eden bir külliyat olarak değil de bir deneyimler bütünü şeklinde alarak ve dili kendimiz olan bir “biz”e doğru bükerek bugüne ve yarına cevap olabilir miyiz?

Gelinen günden baktığımızda görürüz ki, son 20 yılı birbirine taban tabana zıt iki 10 yıla bölebiliriz. Birinci 10 yılda 200 yıllık Kürdistan-Osmanlı/Türkiye ilişkilerinde benzeri görülmemiş olaylar yaşadık. Bunlardan dördünü sayacağım ki her biri devleti ve onun hükmetme gramerini hiçleştiren birer zaferdir.

İlki, tümüyle imhaya dayalı devlet ezberini bozmuştu. Zira 8 Mayıs 2013’ten başlayarak binlerce gerillanın Başur’a doğru çekilişi, karakol ve kalekol kuleleri ile valilik ve kaymakamlık teraslarından amatör astronom merakıyla seyredildi. Altında, yanında, üstünde olduğu her çatı, yığın, ağaç ve hatta gölgeyi Kürdün başına yıkmaya ayarlı devlet dili devletin boğazına kaçmıştı.

İkincisi, Dolmabahçe Mutabakatı’ydı. Mevcut devlet geleneğinin kurtuluş savaşı vererek ve/ya bazı müttefik ve kampların yardımıyla özgürleşen hiçbir toplumu muhatap saymadığını malum tarihinden biliyoruz. Evet, özgürleşenlerin hamilerine boyun eğip çatık kaşlıların işaret ettiği imza yerlerine kös kös imza attı, ama eski köleleri ve sömürgeleriyle asla aynı masaya oturmadı. Dolayısıyla Dolmabahçe masası, sadece Kürtler için değil, eski-yeni Osmanlı tarihinde de bir ilkti. Devlet, -bu sefer- idam edemediği bir Kürt liderinin, Abdullah Öcalan’ın temellük ettiği sözcüklerini, kavramlar kümesini, gramerini ve sentaksını kız istemeye gitmiş gibi edepli oturan bir heyet şahsında dinlemişti. Dikte ettiren irade Kürde aitti.

Üçüncüsü, Güney Kürdistan ordusundan büyük bir birliğin tam da 29 Ekim günü Kuzey Kürdistan’dan geçip Batı Kürdistan’daki direnişe katılmasıydı. Hem bir Kürt bilgesinin ruhuna, hem bir Avrupalı burjuvanın sahih rikkatine sahip Hemîdê Smayîlaxa’nın başını çektiği grup hemen onlarca Kürdistan bayrağı temin etmiş ve birlik Qoser’den geçerken ruhumuzu aydınlatan o sahneyi rengârenk hale getirmişti. Mehmet Ağar’ın bahsettiği devlet mimarisinde böylesi bir delik, yarık, oyuk olmamıştır.  Kürtler ilk kez “kaçak yollar”dan, patikalardan, mayınlar ve yüksek otlar arasından mermi ve bomba yağmuru altında sürünüp parçalanarak değil, başları gökte, tepeden tırnağa silahlı, üniformalı ve omuzlarında Kuzeyli kardeşlerinin teşekkürüyle Kobanî’ye vardılar.

Dördüncüsü; Kobanî-Suruç “sınır”ında yaşandı, aylarca devam etti. Türk ordusuna ait onlarca tank, namluları Kobanî’ye dönük, karşılarında yüzlerce Kürt savaşçı var ama pisboğaz bir “ateş” emri verilemedi. Sınırda bir Kobanî’ye bir tanklara baktığımı hatırlıyorum. Hilbê Kobanî’yi yazarken de o duyguyu vermeye çalışmıştım. Kitabım Kobanî içinde geçiyordu ve oradaki Kürtler ve dostları, sırtlarına nişan almış onlarca tankın namlularını hissederek direniyor ve konuşuyor olmalıydılar. İşte bu tekinsizlik, bu iki ateş arasında olma durumu, devletin gramerini kekeme bir intikam homurtusuna çeviren dördüncü politik ve “linguistik” zaferdi!

Hiçbir şey mutlak anlamda yenilmemiş bir sömürgeci rejimden daha tehlikeli değildir ve daha saldırgan olamaz. İşte dört kez üst üste yenilmiş, yıkmaya dayalı refleksini tekrar edememiş bu homurtu, fazla zaman geçmeden “Türkün gücünü göreceksiniz” narasına, her türlü savaş aracının dağlardan TBMM’ye kadar sonsuz bir şiddet fırtınasıyla kullanılmasına ulandı. Gününü kollayan benzer bir homurtu, Birinci ve İkinci Balkan savaşlarında yenilip uzun masalarda dikte ettirilen birbirinden aşağılayıcı maddelere imza üstüne imza attıktan sonra Ermeni Soykırımına ulanan bir naraya dönüşmüştü. Tarih tekerrür ediyordu. Kürdün devletin gramerine yeniden boyun eğmesi hedefleniyordu. Son 20 yılın ikinci 10 yılında gerçekleştirilen barbarlık örneklerini saymaya ummanlarca mürekkep, dağlarca kâğıt yetmez. Bu süreçte en ufak bir gevşeme, geri adım atma söz konusu bile olmadı. İnsanlık tarihinde ilk kez mezarlıklar girişlerindeki cemevi ve camilerle birlikte uçaklarca havaya uçuruldu mesela, Xabûr-Îbrahîm Xelîl’in dibinde Irak ve Türkiye orduları Başur’un bağımsızlık referandumuna kast edecek şekilde ilk kez ortak tatbikat yaptılar mesela.

Bu süreçte Suriye savaşından edinilmiş imkânlarla Batı emperyalizmi hizaya çekilmişti. Bir zamanlar Şirnex’te, Wan’da bir Kürdün başı ağrısa kontrol noktalarını kimlik göstermeden geçen Avrupalı demokrat heyetler görünmez olmuşlardı. Bülent Ecevit’in pek güzel telaffuz ettiği “konjonktör”, Ermeni Soykırımı dönemini hatırlatıyordu. Hatırlayalım; Batı ile yoğun ilişki geliştirmiş Ermeni ulusal hareketi, soykırım öncesinde “sıradan olaylar” haline gelen toplu katliamları Batı kamuoyuna taşıyor ve hemen ardından konsolos, vis-konsolos, elçi, ataşe kim var kim yok Osmanlı’nın yüksek tavanlı devlet dairelerine doluşuyordu. Ama Osmanlı’dan bir liman, bir gümrük imtiyazı, bir tuz madeni izni alınca susuyorlardı. Benzer şekilde, ikinci 10 yılda Avrupa, sınırlarına dayanan mülteci adaylarını tuttuğu için Türkiye’ye sonsuz bir kredi açmıştı. Realist olmamanın yol açtığı felaketler liginde Ermenilerle yarışan Kürtlerin benzer bir sonu yaşamaması, Suriye’de değişen durumla ilgilidir. Bu yüzden “taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayacağız” sözü bir tehdit değil, bir tür hayıflanmadır, çünkü “Kürtlere soykırım yapma imkânı” ortadan kalkmıştır, gramer bozulmuş, dil gırtlağa kaçmıştır!

Yeni dönemle ilgili olarak bütün şerh, beyan, itiraz, zeyl ve zeyle zeylleri bir arada tarttığımızda ve “Kürdistan sorunu bir bütündür” ilkesi çerçevesinden baktığımızda diyebiliriz ki, geldiğimiz noktada askerî olarak direnmiş, siyasî olarak ise kazanmış durumdayız. Dêsim vadilerinden çekilenler 120 yıl önce Îbrahîm Paşayê Milî’nin Goranşar/Wêranşar ile birlikte çifte başkenti olan Reqqa’yı yönetiyorlar şimdi. Kırk yıl önce gönüllü doktorlar ve hümaniter kuruluşların tentürdiyot ve sargı bezleriyle gittikleri Başur’a şimdi cumhurbaşkanları, CEO’lar, elçiler anlaşma taslaklarıyla iniyorlar. Yirmi yıl önce bir kimliği olmayan Rojava -nicedir kullanılmayan sözcükle- “insanlığın” hayranlıkla izlediği bir devrimin vatanıdır şimdi. Rojhilat, bu sefer sonuca ulaşacak bir devrimin prova alanına dönüşüyor. Konya’dan Horasan’a, Ürdün’den Kazakistan’a kadarki irili ufaklı Kürt toplulukları, bütün öncü güçlerin yarattığı atmosferde aynı ruhu taşır hale geldiler. Bu özgün ve parçalanmış ulusal gerçeklik, bir bütüne ulaştı. Dünya masasında artık bizim de bir sandalyemiz var. MAĞDUR DEĞİL, MAĞRURUZ! Ehmedê Xanî’nin “Hindî ji seca’etê xeyûr in / Ewçend ji minnetê nefûr in” (Yiğitlik bahsinde öyle mağrurlar ki / Aynı ölçüde minnetten nefret ederler) dediği yerdeyiz. Kürenin her yerinde “Rojava”, Jîna Amînî ve “Jin Jiyan Azadî” sözleri duyuluyor. Dolayısıyla biz aydınlar devrimci heyecanımızı angaje ya da karşıt, benimsenmiş ya da kovulmuş, göklere çıkarılmış ya da şiddetle susturulmuş, onurlandırılmış ya da itibarı zedelenmiş bir geçmişin özetini yeni, sürekli, mihnetsiz bir devrimci heyecana, sürekli bir eylemselliğe çevirmeliyiz. Aydının görevi, gerçeklik ne olursa olsun üretmek, düşünmek ve eylemektir. Hangi gerekçeyle olursa olsun sinme gibi bir lüksümüz yoktur; biz de Newroz gibi dirilmeliyiz! Realist olma, ölçüp tartarak hareket etme, halkımızı bir daha asla ayaklar altına alınamayacak şekilde kültürel, zihinsel, duygusal ve politik bir ruhla donatma dönemindeyiz. Bu görevleri partilere bırakamayız!

Sosyal medyadaki trolünden emekli siyaseti yapan lokal partilerine, doğruya el koymuş zayıf entelektüel girişimlerden siyasete el koymuş “bedel ekonomisi”ne kadarki mekanizmamızın Kürdistan’da değişen sosyolojiyi okuyamadığını ileri sürebiliriz. Eskiden hidrolojiden ziraata, istatistikten sömürge teorisine ne var ne yok katarak durumu anlamaya girişen yoğun siyasî çabanın yerini kestirmeci, tek yanlı, kanaati merkeze koyan yaklaşımlar aldı. Üslûp ve tonu değişen bu tür yaklaşımlara takılmadan baktığımızda, Hendek-Barikat ve Referandum’un dâhil olduğu son 10 yıllık yıkım döneminin Kürt toplumundan aldıklarını saymakla bitiremeyiz, ama verdiklerinin başında gelen şeyin “kamuoyu” olduğunu söyleyebiliriz. Bu kamuoyu majör partilerin organik kitlesi ve etkilediği kitleyle kurduğu ilişkinin tümüyle yanında ya da karşısında değil, ama ötesinde oluştu. Bu kamuoyunun konuştuğu bir yayın organı yok, ona uzatılan bir mikrofon yok, ona açık bir meydan yok, sözcüsü yok, ağzı var dili yok! Ama mâşerî vicdanı, xîreti, hafızası ve son derece derin bir bilinci var.  Adıyla çağrılmayı talep eden, eyleme katılmayan, nesi var nesi yok verdiği siyasetini her türlü çağrısını duymamazlıktan gelerek cezalandıran bir kamuoyu bu. Majör siyasetlerin temsil krizini hisseden, ulusal heyecanını kaybetmiş, ilgisiz, suskun ve “tanımına karşıt” bir kamuoyu. Dolayısıyla diyebiliriz ki, kendini tekleştiren, bütün toplumsal grup ve yapıları kendine bağlayan, dönüştürücü dinamikleri baskılayan, gölgesine alamazsa karşısına kendi yapısını kurup birikim, deneyim, potansiyel ve girişimi hiçleştiren, artısı ve eksisiyle ve majörü minörüyle yüz yıllık devrimci geleneğimizin sonuna geldik. Yukarıda siyaseten kazanmış olmaktan bahsettik, ama toplumsal ve kültürel alanda büyük bir kayıp durumu söz konusu. Bu noktada majör ve minör siyasetlere bırakılamayacak bir diriliş dinamiği işletilmelidir. Aksi halde “nekahat süreci” diyebileceğimiz yeni dönemde asimilasyon dinamiği Kürt toplumunu eritebilir.

Bakur özelinde konuşursak, söz konusu parçanın Kürtlerini karşılarındaki korkunç heyulayı bir ölçüde çözülme noktasına getiren şeyin “etnik Kürt”ü “politik Kürt”e taşımaları olduğunu söyleyebiliriz. Ama eğer devletin projelendirdiği gibi geriye dönüş gerçekleşirse, bir bütün olarak Kürtlüğün tasfiyesi kaçınılmaz hale gelir. Devletin “politik Kürt”lüğün bir maliyeti olduğunu kendi ezberi çerçevesinde sürekli biçimde kanla hatırlatması bundandır. Bu yüzden Kürt toplumunu Bakur’da diri tutacak, ulusal taleplerini ileride “Kendi Kaderini Tayin Etme” noktasına taşıyacak formülün Kürtlüğü tümüyle politikleştirmek olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada, savaş koşulları gibi belirleyici nedenlerle kendini her türlü yaratıcı teklifler ile dönüşüme kapatmış  Kürt siyaseti, topluma söyleyen değil, toplumdan dinleyen bir yapıya dönüşmelidir. Kürt siyasetçileri, şekeri düşmüş YouTube yorumcularından öfkesi ve sabrı çatlamış gençlere kadar ikna edilmesi gereken bir Kürt kamuoyu olduğunun farkına varmalılar.

Siyasî akımlarımız ne yaparlarsa yapsınlar, mevcut durum neye evrilirse evrilsin; bu toplumun aydınları olarak bizler; sayısız öğe, yapı, kesim ve inançlar ile çıkar grupları, örüntüler, anlayışlar ve yaklaşımların çeşitlendirdiği devasa bir toplum ve ülke gerçeğiyle karşı karşıyayız ve tarihimizde ilk kez onu bütünüyle harita üstünde, tahtada, duygu levhasında görebiliyoruz. Şerefnâme’yle (1597) çerçevelenen mefhum modern çağı felaketler, katliamlar, soykırımlar, trajediler ve kahramanlıklarla karşılayan Kürdistan’da tamamlanmaya yaklaşıyor. Kürdistan’ın özgürleşmesi kadar demokratikleşmesi, “kendinde federatif” olan yapısının adım adım idarî bir irade, yani kendi kendini yönetme iradesiyle taçlanması sürecindeyiz. Çok küçük bir kısmını aktardığım olumsuz veriler heves kırmaya değil, Zerdüşt’ten beri bildiğimiz çelişkilerin biraradalığına tekabül eder. Doğası gereği kaotik olan güncel durumda siyasî akımlarımızın birlikte hareket etmeye başladığını görmekteyiz; -varsa- angajmanlarımızı bir kenara koyarak bu havayı teşvik etmeliyiz. Bir tür alışveriş olan siyaset günlerindeyiz; kimin elinde ne var, kim ne verip karşılığında ne alıyor günlerindeyiz. Tek yanlı bir diktasyon değil, çoğul bir kreasyon masasındayız. Daha şimdiden gerçekleşen şey, nicedir hayal bile edilemeyen Kürtler arası birliktir. Kürt siyasetinde liberal ve sol çizgilerin geçmişinde kan da olan iktidar mücadelesi göreli bir uzlaşıya dönüşmüştür. Nitekim Başur ve Rojava yönetimlerinin söz ve yaklaşımları örtüşmektedir.

Herhangi bir kurumu, derneği, vakfı, iç ve/ya dış mihrakı, çay ocağı ve Whatsapp grubu bile olmayan biz Kürdistanlı aydınlar bu süreçte her türlü entelektüel etkinliğimizi arttırmalı ve tümüyle halkın ve yeni durumda tamamlanmayı bekleyen devrimin hizmetine sunmalıyız. Kürt siyasetleri arasındaki çelişkileri vurgulamak yerine bileşkeleri öne çıkararak fonksiyonel ve siyaseten pragmatist tutumu cesaretlendirmeliyiz. Dünyanın ve tarihin hiçbir noktasında kusursuz bir bütün yoktur; dolayısıyla mevcut bütünlük girişiminin herhangi bir unsurunun eksikliğini sürekli biçimde vurgulamak, eksiği ve gediğiyle herhangi bir bütünlüğün kurulamamasına yol açar. İki yüzyıldır teyakkuz halinde olan halkımıza karşı sorumlu davranmak zorundayız, tam da Newroz gibi dirilmek zorundayız. Realitede gerçekleşmekte olan reformun içinden geçip Melayê Cizîrî’nin “vejî” dediği yeniden dirilmeyi/doğuşu esas almalıyız. Yaşamın içine yayılan bu görevin pratik, acil ve güncel olanı ise, “Ulusal Kongre”yi yeniden gündeme getirmek, toplanmasını sağlamak ve orada temsiliyet talep etmektir.

Bu kongreyi “Kürdistan Birlik Kongresi” gibi bir adla toplamak da mümkündür; ki bu, ülkemizdeki çoğulculuğa işaret eder ve geleceğe yerleşmiş eşit vatandaşlığı imler. 2013 yılında, Hewlêr’de toplanması planlanan, ama akamete uğrayan Ulusal Kongre çalışmaları sürecinde Aktüel dergisine yaptığım değerlendirmede şöyle demiştim: “Kürt coğrafyasında egemenlik süren devletler kabul etsin ya da etmesinler, Hewlêr’de alınacak kararlar, bütün dünya için bağlayıcı olacaktır (…) Kongre, meşruiyeti tartışılamayacak bir kurum kimliğiyle bütün Kürtlerin karar mercii olacaktır.” Yani gerçekleşecek kongrede alınacak kararlar sömürgeci, egemen, bölgesel ya da küresel güçler ne derse desin, ülkesel bir akttır ve bağlayıcıdır. Bu hakikati vurgulamalıyız; aydınlar, kurumlar ve kamuoyu olarak bu kongrenin toplanmasını acil olarak gündemimize almalıyız. Bu kongre her bir parça için özgün koşulları göz önünde bulundurarak taleplerini belirlemeli ve deklare etmelidir. Bütün parti ve ittifakların, bütün halk, sınıf, din, mezhep ve eğilim temsilcilerinin cinsiyet eşitlikçi bir paradigma ile altına imza atacakları sonuç metni, tarihimizdeki ulusal kongreler, qewller ve “bext”lere dayandırılmalıdır. Kongre bu sözleşmelere adanabilir; böylelikle “tarihsel kesinti” eski delege ve liderler anılarak onarılabilir. Söz konusu ulusal sözleşmelerin dördünü bir teklif olarak buraya bırakıyorum:

1) 1840-1841 Mîrler İttifakı

2) 4 Ocak 1925 Qirikan Bexti

3) Mart 1937 Halvorî Qewli

4) 1944 Peymana Sê Sînor

Halk, siyasetçiler, öncüler, temsilciler ve aydınlar olarak birbirimizin ruhunu sağaltmalıyız. Birbirinin ruhunu ezmek, efendinin bize uygulattığı bir “oto-işkence” türüdür, içimize zerk ettiği zehirdir. Dirayetli olup ruhumuzda tek yara yokmuş gibi davranmalıyız. Çünkü yaraları faş etmek hem bizi 200 yıllık bu amansız gramer karşısında lâl ü ebkem bırakabilir hem de daha ağır yaralı olanlara hürmette kusur  etmek anlamına gelebilir. Ayrışmayı değil birbirini, düşeni, uzaklaşanı, yalnızlaşanı kazanmayı esas almalıyız. Kazanmak zorundayız! Birlikte güçlenen, birbirini en büyük çelişkilere rağmen güçlendiren bir siyasal, entelektüel, kültürel ahlâkımız olmalı. Mikaîl Aslan’ın dediği gibi, “kurbanlarla değil, katillerle mücadele etmeliyiz.” Eşiğine vardığımız kapının anahtarı bu sözün manasıdır.

*

-/ Bu yazı Temo’nun blogundan alınmıştır./

Foto: Bilal Güldem, AjansaWelat

İlginizi Çekebilir

Silivri’de ilk görüşme: Özgür Özel, İmamoğlu’nu ziyaret ediyor
Almanya Dışişleri Bakanı’ndan ‘İmamoğlu’ mesajı

Öne Çıkanlar