Kürt müziğin yükselen yıldızlardan Rewşan, müziğin kendisi için anlamının, ‘kalbindeki soluk’ olduğunu söylüyor. Sanat aşığı geniş bir ailede dünyaya gözlerini açan, ezgilerle ve stranlarla daha küçük yaşta müzik yolculuklarına çıkan, hayatının her aşamasında ailesinin desteğini yanında bulan, son zamanların en çok dinlenilen sanatçılarından Rewşan, ‘’Kendi eserlerimin yanı sıra, bir zamanlar toplumun gönlünde yer etmiş eski şarkıları söylemeyi seviyorum’’ diyor.
Filiz DENİZ
Kürt ve Ermeni müziğindeki dramatik ve romantik hikayelerin dünya ritimleri ve formlarıyla birleştirmenin bir tercih olduğunu söylüyor Rewşan. Müziğin paylaşıldıkça karşılık bulduğunu düşünüyor. Yaptığı işin ‘’Türkiye gibi farklı dillerden, kültürlerden, farklı aidiyetlerden oluşan bir toplumun duygularına dokunabilmek, onların keyif aldığı şarkıları, ninnileri, hikayeleri söylemek; onlarla bir bağ kurmak anlamına’’ geldiğini belirtiyor.
Pandemi sonrasını öngörebilmenin zor olduğunu söylüyor ve salgının ‘’gelip geçici, bir defaya mahsus bir durum olmasını’’ arzu ediyor.
Sevilen sanatçı Rewşan, kendisini, ailesini, şirin bir Kürt ilçesi Tatvan’da geçen çocukluk günlerini, müzik serüvenini, hayallerini, gelecek düşlerini Nupel okurları için paylaştı…
Sanatçı Rewşan nerede yaşıyor? Olmak istediği yerde mi?
Öncelikle tüm okurlara merhaba ve iyi bayramlar. İstanbul’da yaşıyorum. Dostlarım, sevdiklerim, müzikal çalışmalarımın çoğu burada, üniversiteyi Ankara’da okudum, ama İstanbul’un homojen olmayan, her kesimi barındıran yapısı itibariyle burada yaşamaktan dolayı memnunum.
Evli misiniz? Bize bir parça özel hayatınızdan söz eder misiniz?
Yaklaşık bir yıl önce evlendim. Eşim de bir müzisyen ve aynı zamanda bir aranjör. Müzik, tiyatro ve psikoloji alanında eğitim aldım. Bu alanlarda çalışarak hayatımı idame ediyorum. 2018 yılında Ax Lê Wesê adlı ilk albümümü yayınladım. Ardından dört adet telki ve son olarak da Ocak 2020’de Tov (Tohum) adlı bir albüm yayınladım.
Hayatım genel olarak konser ve provalarla, yeni şarkıların araştırılması ve sound arayışları ile geçiyor. Bunlar corona günleri öncesi gündelik çalışmalarımdı. Corona günlerini birazdan anlatayım size, çünkü salgın öncesi ve sonrası yaşam rutinlerimiz, alışkanlıklarımız oldukça değişti.
Müzik yolculuğunuzda size en büyük desteği kim verdi?
Yıllardır müziğin soluğu kalbimde. Sanat aşığı geniş bir aileye sahibim. Liseye başlarken ilk bağlamamı hediye eden abim oldu. Kendisi sınıf öğretmeni, enstrüman çalıp sarkı söylememi sevdi. Ailem, sesimi ve müziğe olan ilgimi hep destekledi.
Ailemle İran’a yaptığım bir yolculuk sırasında diğer abimden hediye olarak bir keman aldım. Acaba çalabilecek miyim diye tereddütlerim vardı ama, abimin beni rahatlatan telkinlerini, cesaret verici söylemlerini hatırlıyorum. Kendisi bir göz cerrahı. Hediyenin türü de tesadüf değildi, çünkü onun da hayatında aynı zamanda edebiyat ve tarih çalışmaları yer alıyor.
Uzun yıllardır ayrı şehirdeyiz ailemle ama, uzaktan hep izlediler beni. Fırsat bulunca ellerinde çiçek, klasik müzik konserime bile geldi annem. Aile bireylerinin çoğu ressam. Cümbüş ve bağlama çalanlar da var. Ailem müziğe hiçbir zaman ekstra bir anlam yüklemedi. Belki de bu nedenle olabildiğince olağan bir akışı oluyor bu serüvenin.
Dünyanın coronavirüs pandemisinden sonra eskisi gibi olmayacağı gibi bir düşünce sıklıkla dile getiriliyor. Birçok gözlemci hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylüyor. Gündelik hayatın, alışkanlıkların değişeceği söyleniyor. Sizin pandemi sonrası için öngörünüz nedir?
Geleceği öngörmek belki de hiç bu kadar zor olmamıştı. Günümüzde yaşanan vaziyetlerin ne kadarının kalıcı ne kadarının eski haline döneceğini bilmek imkansıza yakın gibi bir şey. Yaklaşık 2,5 aydır corona nedeniyle evde-kal stratejisine uyum sağlamayı başardık. İçimizdeki ses bu durumun gelip geçici, bir defaya mahsus bir durum olmasını arzu ediyor.
Belki bir kaç ders de çıkarabiliriz, sağlığa, insana, ekipmana daha çok yatırım yapmak, kriz durumlarında bizi ayakta tutamayacak her türlü sistemden medet ummayı bırakmak gibi. Ancak bu derslerin çıkarılacağını çok olası görmüyorum.
Corona günlerinde başlayan bir durum var, işe gitmeyip evden çalışmak, yani evi ofis haline getirmek. Bu da çok ilginç bir bir kafaya sürüklüyor insanı. Sanki işiniz; yapmaktan keyif aldığınız bir şey veya hayatınızın bir parçası değil de, saat doldurduğunuz, evinizi ve hayatınızı çalan bir işgalciye dönüşüyor.
Zaten dikkat ederseniz, online çalışabilmemizi mümkün kılmak için gerekli altyapı gittikçe hızlanıyor. Bu noktada iletişimin insani boyutunu kaybedeceğimiz endişesi yaşıyorum elbette. Dev kapitallerin insan emeğine daha az ihtiyaç duyması ve insan işçilerin yerini otomasyon ve yapay zekanın alması da hep konuşulan bir şey biliyorsunuz .
Pandeminin bu durum için paha biçilmez bir fırsat olacağı kanısındayım çünkü bilgisayar ve robotlar hastalanmıyor. Bunun dışında gündelik alışkanlıklarımız ve ülke politikalarımız anlamında, ekonomik küçülmenin dışında köklü bir değişim olacağını düşünmüyorum.
Rewşan karantina günlerini nasıl geçirdi? Neler yaptı ve yapıyor?
Şu sürece uyum hiç kolay olmadı. Yoğun bir albüm hazırlık trafiğinden çıkıp, konser ve etkinlik planlamalarına başlamıştık ekibimle. Ani ve beklenmedik bir şekilde evde kalma zorunluluğu açıkçası moral bozucu bir durumdu. İlk etapta zorlandığın, fakat kaçınılmaz olarak bedenen ve ruhen alışmak zorunda kaldığın bir süreç.
Evde kaldığım süreç boyunca neler yaptım? Mesela 2014 yılında Kadın Sözlü Geleneği üzerine 12 bölüm olarak çektiğim “Dengên Bakur” (Kuzey Sesleri) adlı belgesel videolarını düzenleyip altyazılar oluşturdum. Bölümleri belli aralıklarla Youtube kanalımdan sanatseverlerle paylaşmaya devam ediyorum.
Müzisyen dostlarım ile birlikte hepimize moral ve umut vermesi için bir Kürtçe bir eseri aranje edip uzaktan da olsa çalıp, söyledik ve bugünlere dair ortak bir anı oluşturduk.
Ayrıca sosyal medya hesaplarım üzerinden konserler verdim. Bunların dışında evde daha çok yemek pişirmeye, daha çok film izlemeye, spor yapmaya, müzik dinlemeye başladık.
Herkes gibi bu süreci en sağlıklı bir şekilde geçirmenin yollarını hergün yeniden değerlendirip keşfetmeye çalışıyorum. Zaman yönetimi konusunda çok zorlanıyorum, saatler bazen su gibi akıyor, ama bazen de milim ilerlemiyor, gece ve gündüz yer değiştirdi, tarih ve saati unuttuğum çok oluyor.
Pandemi sonrası ‘dijital dünyaya’ geçişin hızlanacağı ileri sürülüyor. Teknik gelişmeler açısından bakınca sanat dünyasını nelerin beklediğine dair düşüncelerinizi alabilir miyim?
Biliyorsunuz ki virüs riski ortada oldukça, enfekte olma korkusu insani etkileşimleri sınırlandıracak. Bu durum da bizleri bir şekilde teknolojik iletişim araçlarını daha sık kullanmaya itiyor. Örneğin corona krizi tüm dünya ekonomisinde büyük kayıplara neden olurken, krizden en kazançlı çıkan şirketlerin Amazon ve Facebook gibi şirketlerin olması tesadüf değil. Bu süreç, dijital dünyayla teması az olan müzisyenleri de bu alana çekti, böylece biraz daha dijital dünyaya hakim, program kullanabilen, ilerde bireysel şirket ve paylaşım ağı yaratabilecek potansiyellerin açığa çıktığını görüyorum.
Pek çok müzisyen evde kayıt sistemi ve home-stüdyo fikrine daha sıcak bakıyor artık. Dijital konserler ve tiyatrolar dünyada 2000’lerin başından beri yaygın olmasa da var ve son dönemde oldukça kaliteli bir seviyeye gelmişti. Bu mevzu Türkiye’de online bilet satan firmaların da gündemindeydi. Hem fiziki, hem dijital bilet satmaktan söz ediyorum. Canlı yayın araçlarıyla bu işi yapmayı planladıklarını duyuyorduk.
Fakat görünen o ki Türkiye’deki şartlar henüz elverişli değildi. Şuan sosyal medya hesaplarından yapılan canlı yayınların ses frekans aralığı ve görüntü kalitesi çok kötü malesef. Yaşadığımız süreçte, insanların canlı yayınlara, dijital konserlere aşina olmaları, buradan sevdikleri sanatçılarla iletişim kurabildiklerini görmeleri önümüzdeki dönemlerde, kaliteli dijital yayın yapan konser organizasyonlarının başlamasına da zemin oluşturabilir.
Örneğin şu an Londra üzerinden yayın bandı satın alan bir site, tam da bu ihtiyaca göre bir tasarım gerçekleştirdi. Canlı yayın sırasında, bas ve tiz frekansları da veren, bir konser kalitesinde ses alabileceğiniz bir sistem başlattı. Ben de ekibim ile beraber bu site üzerinden 29 Mayıs Cuma akşamı ilk biletli uluslararası online konserimi gerçekleştireceğim.
Rewşan sanat yaşamında teknolojiyi yeterince kullanıyor mu? Ayrıca günümüz sanat-teknoloji ilişkisi hakkında ne düşüyor?
Yüzyıllardır teknoloji; resim, heykel, müzik gibi eserlerin dönüştürülmesine katkı sağladı biliyorsunuz. Fotoğrafın, bilgisayarın, internetin icadı yaratıcı üretim anlayışını ile sanat kavramını sürekli dönüştürdü. Bahsettiğim şey; bilgisayar prodüksiyonu, video sanatı, bilgisayar tabanlı uygulamalar, internet gibi teknolojiler. Artık müzik sanatı için Logic Pro X, Cubase, Pro Tools gibi birçok farklı bilgisayar programları, yüksek kalitede ses kartlarının kullanımından bahsediyoruz.
Ayrıca performans alanında teknolojinin kullanımı da, sahnede tek kişilik müzikal performansların doğmasını sağladı. Yenilikçi gelişmeler, sanatçıların farklı beceri ve araçları birleştirebilecekleri yeni bir alan açtı, bu alan gelişmeye ve büyümeye devam ediyor. Ses kayıt programı ve evde ses stüdyosu kurma konusunda epey yol katettik diyebilirim.
Fakat diğer konularda ben de herkes kadar teknolojiyi az kullanıyorum sanırım. Bu süreçte pek çok uygulama öğrendim, video düzenleme programları, edit yapma, kurgu üzerine pek çok öğretici video izledim. Herkesin kolaylıkla anlayabileceği, sadeleştirilmiş ve iş gören yüzlerce program var artık. Ama elbette ki teknoloji çok hızlı ilerliyor, buna ayak uydurmak hiç kolay değil. İşiniz gereği öğrenmek zorunda olduğunuz teknoloji miktarı artık keyfi bir durum olmaktan çıkıp, zorunlu bir ihtiyaca dönüşmüş durumda.
Müzisyenler de dijital dünyayı tanımak zorunda artık. Bu süreçte yılların sanatçılarının dijital dünyayla daha yeni yeni tanıştıklarını, müzik platformlarında hesap açtıklarını, geçmiş konser ve albüm kayıtlarını paylaştıklarını görüyorum. Eskiden yapımcınıza, menajerinize bıraktığınız bu işleri şuan kendiniz yapmak zorundasınız, yada en azından anlamak zorundasınız veya sırf bu işleri yapan uzmanlara ödeme yapmalısınız.
Bize bir parça çocukluğunuzdan, Tatvan’dan , Van Gölü’nden ve ailenizden söz etmek ister misiniz? Geriye doğru bakınca bu anlamda neler görüyor, neler hissediyorsunuz?
Hıımm.. Nereden başlayalım? Tatvan, Van Gölü’nün kıyısında şirin mi şirin bir ilçe. Çocukluğumda geniş meyve ağaçlarıyla kaplı yemyeşil bahçeler vardı Tatvan’da ve şu an hala bir miktar öyle. Bahçesiz ve bostansız ev ayıplanırdı mesela. Kirazlar, elmalar, turkuaz bir deniz (denizdir orada Van Gölü) çocukluğuma dair bir sürü toplu oyunlar, mahalle arkadaşları, bayramlar, mevsimlik şehir fuarları, düğünler, Erivan radyosu stranları, kadınların baskın olduğu geniş bir aile tipi benim büyüdüğüm yer.
Bunun yanında göçle beraber, dağılan aile, mültecilik, her şeyi ardında bırakıp sürekli “nerelisin” sorusuna maruz kaldığın bambaşka diyarlar. Bu alem aydınlığı karanlık ile hatırlatıyor bize, güzeli çirkin ile, iyi olanı kötü olanla sınıyor. O nedenle geriye dönüp bakınca yaşanması gerekenler aynen yaşandı diyorum. Hepsinin bir nedeni vardı, asıl soru şu an ne hissediyor ve şu alemde başka neler idrak etme gayretine giriyorum, daha çok bununla ilgileniyorum.
Müziklerinizde ritimli enstrümanlar çok daha yoğun kullanmanız dikkat çekiyor. Bu tarz nasıl oluştu?
Kendi eserlerimin yanı sıra, bir zamanlar toplumun gönlünde yer etmiş eski şarkıları söylemeyi seviyorum. Kürt ve Ermeni müziğindeki dramatik ve romantik hikayelerin dünya ritimleri ve formlarıyla birleşmesi bir tercih. İstanbul’da yaşadığım yıllar boyunca pek çok gezgin müzisyen kendi ülkelerinden getirdikleri melodileri, formları bizimle paylaştılar.
Şehrin kozmopolit yapısından kaynaklı her milletten ve bazen başka mesleklere de sahip enstrümanistlerle tanışma imkanınız oluyor. Müzik paylaşılabilen bir şey olmaya başlayınca, onlar da sizin müziklerinize kendi motifleriyle, evlerinden getirdikleri ritimlerle karşılık vermeye başlıyorlar.
Samimiyet ve sadelik var bu ilişkide. Bu etkileşim elbette hepimizin üretimlerine yansıyor. Dünya müziklerinin temelinde ritim çok merkezde bir yerde duruyor zaten. Yani 4/4’lük bir Serhat bölgesi stranının üzerine aynı anda 3/4 eklediğinizde Afrika’ya doğru yolculuk başlıyor. Bu çok kolay anlaşılır birşey olmayabilir buradaki dinleyici için. Ama zaten her müzisyen anlaşılmak için yapmıyor mu müziği, hikayesini doğru anlatabilmenin türlü yollarını arıyor.
Müzikal çalışmalarım “world müzik” kategorisinde progressive folk türünde eserler. Yani gelişime açık kültürel bir müzik yapmaya çalışıyorum. Dünya gittikçe tenhalaşıp yanlızlaştırıyor her birimizi. Umarım bu müzik de birilerine yol arkadaşı olabiliyordur.
Ermenice söylemeniz Erivan radyosunu çok dinlemenizden kaynaklı mı? Yoksa?
O zamanki SSCB hükümeti 1955 yılında Sovyetler’de yaşayan Kürtler için Erivan Radyosu’nda 15 dakika Kürtçe yayın yapma hakkı tanıdı. Bu süre zamanla arttı elbette ve Türkiye’de yaşayan Kürtler, bu radyonun Kürtçe yayını ile ilgilendi. Yani radyonun kendisi aslında Ermenice yayın yapıyordu. O Kürtçe stranlar, klamlar evlerimize, annelerimizin belleklerine yerleşti.
Dolayısıyla Ermeni müziğine doğrudan Erivan Radyosu üzerinden ilgi duymadım. 2011 yılında Ermenistan’a gittim. Avrupa Birliği’nin desteklediği bir proje olan Barış Melodileri Senfoni Orkestası’nda viyola çalıyordum. Gümrü, Erivan, oradan da Tiflis’te konserler verdik. O süreçte pek çok Ermeni ve Gürcü dostlar edindim. Geleneksel Ermeni müziği ve kompozitörlerin eserlerini tanıma imkanı buldum. Pek çok esere resmen aşık oldum ve bir yön itibariyle Kürt müziği ile benzeşen taraflarını farkettim.
2015 yılına geldiğimizde Horizon grubunun kurucusu ve gitaristi Vartkes Keşiş ile Ermeni müziği üzerine çalışmalar yürüttük. Vartkes’in derlediği Oror (Ninni) adlı eseri ilk albümümde okudum. Halen de konser repertuarımda Ermenice şarkıları büyük bir aşkla söylüyorum.
Kürtçe, Ermenice, Yunanca, Farsça, Arapça, Fransızca… Şimdiye kadar 11 dilde şarkılar söylediniz. Çok dilli çok kültürlü bir müzisyen olmanız müzik piyasasında önünüze ne gibi bir olanak ya da zorluk çıkardı?
Türkiye gibi farklı dillerden, kültürlerden, farklı aidiyetlerden oluşan bir toplumun duygularına dokunabilmek, onların keyif aldığı şarkıları, ninnileri, hikayeleri söylemek; onlarla bir bağ kurmak anlamına da geliyor aynı zamanda. Bir yandan kendime dönüp baktığımda o şarkıları sırf söylemek için söylemediğimi farkediyorum, bunları duyumsadığım, bildiğim, hayatımın bir yerinde bir hatıraya dönüştürdüğüm, o kültürlere girip çıktığım için de söylüyorum.
Bu da beraberinde şarkıların hakkını vererek okumayı, janrasına dikkat etmeyi, telaffuzuna özen göstermeyi getiriyor. Bu özen ve sevgi hali de o kültürden olan insanların bu şarkıyla bağ kurmasını kolaylaştırıyordur. Bu durumun bir yandan da zorluğu var elbette. Bu toprakların insanı hangi dükkana girdiğini bilmek ister. Manav ise manav, kasap ise kasap.
Son dönemde bu tanımlama biraz değişikliğe uğramaya başladı ama yine de insanlar nerede, hangi bağlamda olduklarını bilmek istiyor. Mesela sadece Kürtçe söyleyen biri olsan, ya da sadece Türkçe söylesen seni tanımlamak daha kolay olur. Sadece düğün müzisyeni olsan da tanımın kolay. Bu tanımlamayla ekmek kazanman, hayatta kalman da daha kolay.
Ama çok dilli, çok kültürlü bir iş yapıyorsanız, sizi dinlemeye gelen kitlenin de ona göre daha açık, daha donanımlı, başka dillere ve kültürlere merak duyan, farklı işlerden hoşlanan kişilerden olması lazım. Yoksa konserde seni dinlerken sevdiği şarkı çalana kadar dışarıda sigara içip bekleyecek dinleyicin.
Ama bu durum Türkiye toplumu için geçerli daha çok. Çünkü bizim insanımız anlamadığı bir lisanla karşılaşınca, o müziğin içerisinde de yer bulmakta veya hikayeyi hissetmekte hep sıkıntı çekmiştir
Baskı altındaki bir dilde yani Kürtçede müzik yapmak her açıdan zor. Birde Kürt kadın sanatçı olmak daha da zor olsa gerek. Rewşan için Kürt kadın sanatçı olmanın zorlukları neler?
Bu sorunuzu daha genel bir soruya dönüştürmek isterim. Kürtçe üzerine olan baskı ve asimilasyon bir yana, acaba resmi dilin dışında, ana akım janraların dışında, farklı hikayeler de anlatan müzisyenler, bu sistemde sanatlarını özgürce icra edebiliyor mu? Piyasa şartları sanatçılar için artık tüm dünyada çok zor. Sanatı ve sanatçıyı koruyan ve destekleyen sistemler ve meslek örgütleri gittikçe azalıyor.
Sanırım tüm sanatçıların hayalidir baskısız, sömürüsüz, özgür bireyler olarak sözünü söylemek, eserini ortaya koymak. Sistem kimini dilinden, kimini seçtiği müzik türünden, kimini cinsel yöneliminden, kimini politik duruşundan dolayı öteliyor. Ana akım festivallere bakın, her etkinlikte genelde aynı isimleri görürsünüz. Halbuki her yıl yüzlerce genç yetenekli müzisyen ve gruplar yetişiyor. Konservatuar mezunu olsanız dahi sizi kadrosuna alacak devlet destekli orkestra yok denecek kadar az.
Belediyelerin bu bağlamda bir tasarrufu yok. Bu vaziyet dünyada da benzer halde, ama özellikle Avrupa dinleyicisi, kendi alternatif festivallerini, küçük sahnelerini yaratmış durumda. Dünya müziği örneklerini dinleyebileceğiniz platformlar ve projelerle sıkça karşılaşıyorsunuz. Türkiye’de ise halen şarkılar içeriğinden dolayı sansürlenebiliyor, sanatçıya sahne yasağı konulup sürgün edilebiliyor.
Diğer sorunuza gelirsek; müziğimi şuan dijital müzik platformları, hardcopy CD, sosyal medya araçları ve konserler aracılığıyla duyurabiliyorum. Dünya ölçeğinde işler yapan müzisyenleri ve dünya müzik festivallerini bu süreçte takip etmeye çalışıyorum.
Evrensel müzikle ilişkiniz nasıl? Neler dinliyor, kimleri takip ediyorsunuz?
Bu sorunuzu “Dünya Müziği” olarak okuyup cevaplayacağım. Dünya müziği /world music kavramının “world beat”, “etno müzik”, “new age”, Türkçe’de “etnik müzik” ve daha çeşitli isimleri de var. Dünya müziği çok geniş ve renkli bir janra. Bu işi çok iyi yapan, çok yetenekli temsilciler var. Bazen bu fark yaratanların karşısında elimiz ayağımız birbirine dolanıyor; nereden saygı duymaya başlayıp, nerede sakinleşeceğimizi bilemiyoruz. Ama bazen de müziğin hayatımızı ele geçirmesine izin vermemiz lazım. Yoksa nefes almak için kaçacak başka hiçbir yerimiz kalmayacak. Müziğin teknik kısmı bir yana, şarkıların en çok hikayelerine doğru yol aldığım zaman keyif alıyorum.
Souad Massi, Mahsa Vahdat, Feiruz, Erkan Oğur, Goran Bregovic, Mikis Theodorakis, Rachid Taha, Buika, Ciwan Haco, Babyy Mcferrin, Snarky Puppy, Budda Bar, Yemen Blues, Cümbüş Cemaat, Yuma, İstanbul Kainat Radyosu, Loreena McKennitt ve Karuan dinlediğim ve takip ettiğim bu kategorideki sanatçı ve gruplar.
İlk albümünüz Ax Le Wese dinleyicilerinin büyük beğenisini kazanmıştı. Yakın zamanda çıkardığınız TOV’a müzikseverlerin tepkisi nasıl oldu? Albümlerinizle ilgili sizden kısa bir değerlendirme alabilir miyiz? Başarılı bulduğunuz kadar yapmasaydım keşke dediğiniz şarkılar da oldu mu?
Bu zor zamanda bile dinleyicinin bu yeni sounda, şarkılara, yeni fikirlere alıştığını görüyoruz. Yeni albümden şarkılar isteniyor canlı yayınlarda. Memnunuz bu nedenle, ne kadar şükretsek azdır. Medyanın ilgisi de bu albümle beraber arttı. Pandemi olmasaydı, dünyadaki birkaç kültürel ortaklığa dahil olmuştuk, Alman bir organizatör Avrupa turnesi konusunda irtibata geçmişti mesela, Danimarka’da kültürel bir projeye dahil edildik Ağustos ayı için ama pandemiyle beraber o da ertelendi.
Ekim ayı için Melborn ve Sidney’de iki konser planı hala var, dilerim gerçekleştirebiliriz. Türkiye’deki belediye ve performans mekanıyla yapacağımız konser belirsiz bir tarihe ertelendi. Aslında TOV’un yolculuğunu, salgının bitmesiyle daha net görebileceğiz.
Diğer sorunuza gelince esprili bir soruyla cevap vereyim, sizin hiç yolda yürürken veya evde yemek yaparken söyleyip de pişman olduğunuz bir şarkı oldu mu? Benim olmadı hiç:)
Eklemek istedikleriniz var mı?
Bu güzel röportaj için size ve tüm Nupel ekibine teşekkür ederim ve herkese iyi bayramlar dilerim…