Adı Fedai Kuşçu’ydu. Üç çocuk babası olan Fedai Kuşçu İŞKUR üzerinden bir devlet okulunda geçici olarak asgari ücretle çalışıyordu. “Di” diyorum zira kısa süre öncesinde sosyal medya’da onunla ilgili çıkan o yürek burkan haberler vesilesiyle gayet iyi hatırlayacağınız üzere çağımızın belası Covid-19’a yakalanan Kuşçu, bu süre içerisinde çalışamadığı için çevreye olan borçlarını ödemekte zorlandı ve kendi kaderi üzerinde kendisini “tek yetkili” tayin ederek cebinde kalan son 12 lirasını eşine vererek “Allahaısmarladık” dedikten sonra evinin balkonundan kendisini sonsuzluğa doğru bıraktı.
Fedai Kuşçu, hikayesini her okuyanı derin kederlere boğduğu bu elim tercihinin neticesinde işsizler ve çaresizler ordusundan erken terhis olmakla kalmadı, aynı zamanda geçip giden ve sürekli aleyhinde işlediği gün gibi ortada olan bu pervasız zamana karşı da ne yazık ki bedelini canıyla ödeyeceği hüzünlü bir zafer elde etmiş oldu.
Zaman demişken, artık umudunu kaybetmeye başlamış ve karamsarlığa iyiden iyiye demir atmış bir işsiz için işsizler ya da çaresizler ordusunun keskin bir neferi olmasının belki de tek çekici tarafı vardır; o da saatlerin, günlerin, haftaların ve hatta yılların birbirlerinden hiçbir farkı kalmadığı için yanından usulca geçip giden zamana karşı bir anlamda bağımsızlığın, özerkliğin ilan edebilmesidir.
Zira bu sayede zamanın emrine girmiş ya da girmek zorunda kalmış “mesai mahkumları”nın aksine, zamana tümüyle hükmedebilme, kendi zaman dilimini yaratabilme ve o dilimin içerisine saklanabilme şansını elde eder kadersiz bir işsiz…
Ancak zamana karşı elde edilen bu görece hürriyet ya da zafer, her Allah’ın günü aynı şeyleri yapmaktan, aynı şeyleri söylemekten, aynı şeyleri düşünmekten ve aynı hayalleri kurmaktan insanın kendi kendisinden bile bıkar hale gelmesinin önüne geçemez ne yazık ki. Zaten bu çileli serüvenin böylesine dramatik bir yıkımla noktalanmasında, umutsuzlukla mutsuzluğun el ele verdiği o “bıkkınlık” seanslarından bir türlü çıkılamaması yatar.
Dolayısıyla cari kötülük iktidarının sebep olduğu ekonomik ve sosyal yıkıntılar arasında can çekişerek direnmekle ölmek arasında vahşi bir seçim yapmaya zorlanan bütün bu genç insanların hayata veda etmelerinin temel sebebi; kendileri açısından zamanla katlanılmaz hale dönüşen bu bıkkınlık seanslarının hayata ve sevdiklerine dair istihdam ettikleri bütün o güzel umutlarını ve planlarını çelimsiz bir dalı önüne alıp sürükleyen azgın bir akarsu gibi önüne katıp sürüklemesi ve kuytu köşelerde yok etmesidir.
Bilmiyorum izleme fırsatınız oldu mu, Dr. Wiliam Chester Minor “The Proffesor and the Madman” filminde; “buradan sadece kitapların sırtında çıkıp gidebilirim. Dünyanın sonuna ancak kelimelerin kanatlarıyla uçabilirim.” Diyordu. Ne yazık ki bu kahredici çıldırmışlık ikliminden ancak ölümün sırtında çıkıp kurtulabileceklerine inanıyor genç insanlar.
Karanlıklarla bezenen bu çileli hayatta ve rezil düzende onlara ışık olabilecek tek çıkış aralığı olarak sadece ölümü görebiliyorlar. Gençlikten ve hatta çocukluktan itibaren özenle biriktirdikleri bütün o ışıltılı düşlerinin, çocuksu hayallerinin yerini ruhlarını cehennem azabıyla yakıp dağlayan inatçı kaygılarının almasıyla birlikte içerisine doğdukları, adeta bir parçası olmaya zorlandıkları bu talihsizliklere daha fazla direnmelerinin pek bir anlamı olmadığına karar veriyorlar ve Fedai Kuşçu gibi kendi taburelerini kendileri tekmeleyerek bu zalim işkenceye hemen oracıkta son veriyorlar.
Çok ama çok üzgünüm.