“Şelaleye düşmüştür
Zeytinin dalı,
Celaliyim,
Celalisin,
Celali”[1]
Tarihin sıkıştığı kesitler, kahramanların tarih sahnesine çağrıldığı momentlerdir.
Tarih coğrafyamızda da, yerkürede de bir kez daha sıkışırken; Arthur Schopenhauer’in, “Mutlu bir hayat olanaksızdır; insanın başarabileceği en iyi şey kahramanca yaşamaktır,” uyarısını anımsayıp/ anımsatmakta büyük yarar var.
Ancak tespitime, “Zulme bireysel isyan onurludur. Elbet öyledir. Ama haysiyetli insanları zalimin önüne atıp, ellerini oğuşturup, zulümden sonrasının hesabını yapanlar haysiyetsizdir. Zalimin zulmünü ‘İnce Memedler’ sonlandıramaz… Kimsenin ‘İnce Memed’ olmasına gerek olmayacak dayanışma ağlarını örmek gerekiyor. Kitle, bireylerin cesaretleriyle büyümez. Bugün zalimin zulmüne karşı cesaret çağrısı yapmak yerine ezilenlerin kendilerini güvende hissedecekleri yapılar inşa etmek gerekiyor,”[2] türünden “itiraz”ların olacağından da eminim…
* * * * *
İşaret ettiğim çeşitli türden “itiraz”lara ilişkin olarak, Mehmet Uzun’un “Anlamak, bilmekten daha yakıcıdır,” uyarısı eşliğinde devam edersem: Karl Marx’ın insanların tarihteki mücadeleleri ile ilgili altın değerindeki sözlerini anımsamakta yarar var.
Karl Marx’ın sınıf mücadelelerinin inişli çıkışlı karakterini açık net bir şekilde sergilediği ‘18 Brumaire’in girişinde yer alan tezi şöyledir: “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar; ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar.”
İnsanlar tarihlerini kendileri yaparken; mücadele/ başkaldırı ekseninde öne çıkma fiili esastır. Hem de Karl Marx’ın “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, oysa sorun onu değiştirmektir,” deyişindeki üzere!
Tam da burada “Tarihte Bireyin Rolü”nü anımsa(t)mak elzemdir.
Malum tarihsel gelişimde bireylerin rolü, ne volantarist açıklamayla ne de yazgıcı/kaderci (fatalist) açıklamayla anlaşılabilir. Bu antinomi (çatışkı) aşılmalıdır. Çünkü çatışkının her bir kolu, gerçekliğin tek yanlı ve yetersiz kavranışını yansıtır.
Söz konusu çerçevede bireyler, kişiliklerinin özellikleri sayesinde olaylara ve olaylar zincirine etkide bulunur. Bu etkinin ortaya çıkma olasılığı, ortaya çıktığı yer ve zaman ile etkinin boyutu toplumdaki güçlerin karşılıklı ilişkilerine, başka bir deyişle toplumun örgütlenme biçimine bağlıdır. Bireyin kişiliğinin tarihsel gelişimde bir “etken” olması, toplumsal örgütlenme tarafından belirlenir.
Bireyin yeteneklerinin tarihsel gelişimdeki etkisi, yine toplumsal örgütlenme biçimi tarafından belirlenir. Verili bir dönemde yetenekli ya da yeteneksiz bireylerin payına düşen toplumsal rol ve dolayısıyla onların toplumsal önemi, toplumsal örgütlenmenin belirleyiciliği altındadır.
“Hayatını ortaya koyan her insan ahlâki anlamda büyük”ken;[3] tarihi yapan toplumsal insanlardır. Tarih insanların eylemiyle oluşur. İnsanlar eylemiyle kendi var oluş ortamını, toplumu yaratır ve yarattığı koşulların belirleniminde yaşarlar.
* * * * *
Karl Marx’ın, “Var olan ne varsa… yalnızca, herhangi bir hareket sayesinde var olmakta ve yaşamaktadır… Bizler, üretici güçlerin geliştiği, toplumsal ilişkilerin yıkıldığı sürekli bir hareketin içinde yaşıyoruz,” biçiminde tarif ettiği tabloda; “kahramanlık” konusunda eveleyip, geveleyerek -nihai kertede- “Hayır” diyenlerin Rosa Luxemburg’un, “Bu yenilgilerden boy verecektir geleceğin zafer çiçekleri de!”; Karl Liebknecht’in, “Sakın unutmayın zafer olan yenilgiler vardır”; Franz Kafka’nın, “Kabul edilebilir olandan değil, doğru olandan başlayınız”; Emil Michel Cioran’ın, “Anlamadan bakmak; cennet budur işte. Cehennem ise; insanın anladığı, fazla anladığı yer olacaktır,” saptamalarının altı ısrarla çizilmelidir.
Çizilmelidir… Çünkü Gallup’un 44 ülkede gerçekleştirdiği araştırmanın ortaya koyduğu üzere yerkürede umutlar azalıp; 2022’nin 2021’den daha iyi olacağına inanların oranı dünyada yüzde 38’e gerilemiş durumdayken;[4] şimdi umutla silahlanarak, umudu yaratma zamanıdır.
Bunu için de çoban ateşlerine gereksinim “olmazsa olmaz”dır ve özgürlüğü elde etmek için hayatlarını riske atmaktan çekinmeyerek tarihte bireyin olması gereken rolünü üstlenen “hakikât cengaverleri”ne gereksinim giderek büyümektedir.
* * * * *
Devrimci bir halk bilgesi Hallac-ı Mansur’un mesleği hallaçlıktır. İnsanların gönlündeki sırları pamuk ipliği gibi atıp altüst ettiğinden “Hallac-ı Esrar” unvanı aldığından söz edilir.
Hallac-ı Mansur’un söylevlerinin toplum içinde büyük sarsıcı etkisi olmuştur; söylemleri alışılmış dini söylemlerin dışındadır ve halkın yoğun ilgisini görür.
Düşüncelerinden vazgeçmesi için baskı ve işkenceye tabi tutarlar Onu Ancak, O, vazgeçmek şöyle dursun, düşüncelerini daha da pekiştirip ‘Tavasın’ başlıklı yapıtını zindanda kaleme alarak taraftarlarına ulaştırır.
Hallac-ı Mansur 8 yıllık tutukluğunun ardından, kolları ve bacakları kesilerek 26 Mart 922’de Bağdat’ta idam edilir. Taraftarların gözünde bir efsaneyi yıkma ve onlara korku salmak için başı kesilip Horasan’da dolaştırılır ve tüm vücudu yakılarak külleri Dicle nehrine atılır.
“Ene’l Hakk/ Ben Hakk’ım; Ben Tanrı’yım” şiarıyla Basra’daki kölelerin 869-883’deki Zenc İsyanına verdiği destek ve Karmatiler ile ilişkisi devrimci bir eylem insanı olduğu gerçeğini ortaya koyar.
Yunus’tan günümüz Alevî ozanlarına söylenen deyişler, nefesler Hallac-ı Mansur’un Varlık Birliği inancından, “Ene’l Hakk” düşüncesinden beslenmiştir.
Bu anlayışta tanrı’nın aşkın niteliği yadsınarak tüm varlıklar arasındaki çelişki, ikilik; diğer deyişle “Tanrı ve kulları” ikilemi ortadan kaldırılırken; Onun felsefesi soyut bir söylemden ibaret değildir; dünyayı değiştirme istek ve arzusunu ortaya koyar.[5]
Çünkü o bir kahramandı…
* * * * *
Ölüm fermanında i) Pir Sultan, dinsizdir, namaz kılmaz, ramazan orucu tutmaz. ii) Şeriata aykırı söz söylüyor ve davranış sergiliyor. iii) Müslümanlara Yezit diyor ve şarap içiyor. iv) Ayin-i Cem adında gizli toplantılar yapıyor. v) Kızılbaş taifesinden, Devlet-i Ali düşmanıdır. vi) Rafızi kitaplar bulunduruyor, okuyor ve okutuyor. vii) Saz ve çalgı çalıyor, Dini törenlerinde semah dönerek oyun oynuyor. viii) Törenlerinde haremlik ve selamlık kuralına riayet etmiyor kadınlı, erkekli cem oluyor. ix) İslâmiyet’in halifelerine lanet okuyor,” vb. suçlamaların yer aldığı Pir Sultan Abdal “İnsan-ı Kâmil” olmak için yola düşerek, “kanlı zalimin ettiği işler”e başkaldıranlardandı.
Alevî hafızasında önemli bir yeri olan Pir Sultan Abdal şiirlerinde coşkun ve akıcı dille hem dünyanın faniliği ne hem de bakiliğini çok güzel işlemiş ve Alevîliğin incelenişinde önde gelen bir kaynakken; “Yürü bre Hızır Paşa/ Senin de çarkın kırılır/ Güvendiğin padişahın/ Gün gelir o da devrilir” kararlılığıyla “Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” diye haykırandı…
Çünkü o bir kahramandı…
* * * * *
Ya 606 yıl önce bir 18 Aralık günü, Serez çarşısında soluksuz ve üryan bir beden bayrağa dönüşen Şeyh Bedreddin?
Yüzyıllar geçti. İnsanlık onda cisimlenen hakikâtin özündeki adaletin izini bırakmadı.
Aydın, Karaburun, Manisa ve Edirne’de yeşeren model, payına düşene razı olmanın çok ötesinde herkesin payına kavuşmasını hedefledi.
Adını yüzyıllar ötesine ulaştıran mücadele, hakikâtin adaletinden bihaber zalimlerce yargılanmaya kalkışılsa da nafileydi!
“Hakikât bizimle. Vasiyetimdir; bedenimi şu Bakırcılar çarşısı yakınında bir yere gömün. Ama beni kara toprakta değil, hakikâti anlamış insanların yüreklerinde arayın!” dedi…
Hatırlayın: Dede Sultan, darağacında “İriş Bedreddin” dedi. Bedreddin ise “Hakikât bizimle”![6]
Çünkü o bir kahramandı…
* * * * *
“Hararet nardadır sacda değildir,/ keramet baştadır tac’da değildir/ her ne arar isen, kendinde ara,/ Kudus’ta Mekke’de Hac’da değildir,” diyen her şeyi bizzat insanın kendi özünde arayan, inancı hurafelerden arındıran; akla, mantığa ve sevgi temeline dayandıran Anadolu erenlerinden Hacı Bektaş Veli…
Onun felsefesinde okunacak en büyük kitap insandı; ilk sayfasında da “edep” yazılıydı.
Edep; elinden, dilinden ve belinden başlayandı. Hem arı hem de arıtıcıydı. Çünkü felsefesi insan sevgisi, hoşgörü, paylaşım ve eşitlik ilkeleri üzerine oluşturulmuştu.
Çalışan, üreten insandır, emek temeldir.
Sadelik zenginliktir, ihtişam sarayda değil gönüldedir.
Onun felsefesinde doğruluk kapısı dost kapısıdır. O kapıdan girenler hiçbir milleti ve insanı hor görmez. Çünkü kendi nefsine ağır geleni başkasına uygulamak yasaklanmıştır. Her dinden her milletten muhibi potasında kaynaşmış, “Hızır”, çoğu kez “Aziz Yorgi” ile özdeşleşmişti.[7]
Halkın belleğinde derin izler bırakmış bir kişilikti.
Bu dünyada erdemli bir hayat sürdürebilmesi de onun ahlâk anlayışının ayırt edici özelliklerinden birisiydi; tıpkı “Erkek dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde,/ Hak’kın yarattığı her şey yerli yerinde./ Bizim nazarımızda, kadın erkek farkı yok,/ Noksanlıkla eksiklik, senin görüşlerinde” dizelerindeki üzere cinsiyet ayrımını reddetmesi gibi…
Hasılı, “İlimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” derken “ilim kendin bilmektir” diyen Yunus Emre ile inanç ve düşünce akrabalığı dikkat çeker; okunacak en büyük kitap insandı Onun açısından…
Çünkü o bir kahramandı…
* * * * *
“Ya İlahi ger sual etsen bana/ Anında veririm cevabım sana./ Ben bana zulmeyledim ettim günah/ N’eyledim n’ettim sana ey padişah?/ Gelmeden dedin hâkima kem diye/ Doğmadan dedin asa Adem diye./ Sen ezelde beni asi yazasın/ Doldurasın âleme avazesin./ Her ne dilersen hakkımda işledin/ Ne tuşa durdum ise sen tuşladın./ Ben mi düzdüm beni, sen düzdün beni/ Pür ayıp niçin yarattın ya Gani./ Gözüm açıp gördüğüm zindan içi/ Nefs ve heva pür dolu şeytan içi./ Haps içinde ölmeyeyim diye aç/ Mismil ve murdar yedim bir iki kaç./ Nesne eksildi mi mülkünden senin/ Geçti mi hükmüm ya hükmünden senin./ Rızkın alıp seni muhtaç mı kodum?/ Ya öğünün yiyerek aç mı kodum?/ Kıl gibi köprü yaparsın geç diye/ Geçerken kevser şarabın iç diye./ Kıl gibi Sırat’dan Adem mi geçer?/ Ya üzülür, ya dayanır, ya uçar./ Yine fazlındır kulunu geçiren/ Geçerken kevser şarabın içiren./ Kulların köprü yaparlar hayr için/ Hayrı oldur ki geçeler seyr için./ Pes gerek ki orda sağlam ola ol/ Kim görürse desin işte doğru yol./ Terazi kurdun günahım tartmaya/ Kastedersin beni oda atmaya./ Terazi ona gerek bakkal ola/ Ya bezirgân tacir ya aktar ola./ Her günah murdarların murdarıdır,/ Hazretinde yaramazlar kârıdır,” diyen Yunus Emre bir “Entelektüel Doruk”tu.[8]
O aynı zamanda tekkenin oduncusuydu; odunların ille de düzgününü seçmesindeki ereği, emeği, özeni Onu yeterince betimlemez mi?
Anadolu’da kıyımın, yoksulluğun, bey, Moğol zulmünün hüküm sürdüğü çağda düşünen eyleyen, düşündüğünü eylediğini sanatı (nefesi) ile söyleyen, yürüyen düşünür, eylem ozanıydı…
Çünkü o bir kahramandı…
* * * * *
Ya?
“Hiç kimse gerçekleri görmek istemeyen kadar kör değildir.”
“Ölümden sonraki yaşam, dinlerden öğrenilen bir kavramdır. Ölümden sonraki yaşamın gerçekliliğini kanıtlamak için dini dogmalara inanmak ve peygamber sözlerini kabul etmek mümkün değildir.”
“Bilinmeyen her şey bilinen aracılığıyla bilinir. Fakat her bilinen, bilinmeyene götürmez. Her bilinmeyenin onu kendisiyle bilebileceğimiz uygun bir bilineni vardır. Bilinmeyenden bilinene doğru onu bilmek için yürünecek bir yol vardır.”
“Bütün amacı mal toplamak, yemek içmek, cinsel isteklerini doyurmak, içindeki kin ve nefreti başkalarını ezerek yatıştırmak, mevki ve makam isteğinde bulunmak, öğretinin buyurduğu yükümlülükleri insanları aldatmak için yerine getirmek gibi aşağılık ve değersiz şeylerden öte gitmeyen insandan daha çok ziyanda olan kimse düşünülebilir mi?” diye İbn-i Sina…
Veya!
“İnsan kendisine uygun haberleri kabul eder. Bir fikre, mezhebe taraftarlık ederse yalanı gerçek zannetmeye başlar.”
“İlmi engelleyenler ve insanları yalanlarla meşgul edenler, insanlığın en büyük düşmanlarıdır.”
“İnsan, karşısında üstün bir güç gördüğünde ona itaat etmesi gerektiğine inanır.”
“İnsan, aklının idrak etmediklerini inkâr eden bir varlıktır.”
“Bir ülkede halka yüklenen vergiler ne kadar az olursa halk çalışmak ve üretmek için daha fazla mücadele eder. Yeni ürünler ve yenilikler çoğalır. Ülke kalkınır. Ancak devlet idarecilerinin refaha ve bolluğa alışması arttıkça savurganlık çoğalır ve bununla birlikte masraflar artar. Bunun sonucunda ise halka yüklenen vergiler çoğalır. Halk buna dayanmaya çalışır,” diye haykıran İbn Haldûn…
1265 Mayıs’ında Floransa’da doğmuştu. Asıl adı “süreklilik, süren” anlamındaki Durante, Dante Alighieri’nin kısaltılmış hâliydi.
Feridun Timur’ın, “Dante dünyanın nasıl olduğunu görüp, nasıl olmaması gerektiğini anlamış ve anlatmış bir aydın; dünyadaki bütün bayağılık ve alçaklıklardan, bütün kötülük ve cinayetlerden nefret etmiş, güzelin, iyinin, doğrunun özlemini çeke çeke yaşamış ve bu uğurda savaşmış, acı çekmiş bir idealisttir.
Bu bakımdan İlahi Komedya şimdiye dek yazılmış yazınsal yapıtların en insancasıdır. Çünkü daha iyi bir dünyanın temellerini atarak insanlara maddi olduğu kadar, manevi alanlarda da mutluluk, refah ve huzur sağlamak amacıyla yazılmıştır,”[9] notunu düştüğü O; şiiri, müziği, resim yapmayı, yeni şeyler öğrenmeyi, kadınları ve siyaseti çok sevmiş ve ömür boyu sürgünde yaşamak zorunda kalmıştı.
Jean-Jacques Rousseau, 2 Temmuz 1778’de 66 yaşında yaşamını yitirip, 4 Temmuz’da da Kavaklar Adası’na gömülmüştü. 1794’te Ulusal Konvansiyon’un kararıyla naaşı ulusun “büyük adam”larının yanına Panthéon’a taşındı.
Rousseau’nun mezarında, “Burada doğanın ve doğruluğun adamı yatmaktadır” yazıldı.
O, döneminde ve günümüzde düşünceleri ve özel yaşamı nedeniyle şiddetli eleştiri ve saldırılara uğramış olan bir düşünürdü. Onun hakkında öncelikle vurgulanması gereken Rousseau’nun bir siyaset yazarı olduğuydu.
‘İtiraflar’da Venedik’te bulunduğu yıllarda, “Her şeyin köktenci bir biçimde siyasete bağlı olduğunu gördüm” deyip; ‘Émile’de ise “Bunalım ve Devrimler yüzyılına yaklaşıyoruz” öngörüsünde bulunan Rousseau haber verdiği Fransız Devrimi’ni, “sadece tek bir ulusa değil, bütün insanlığa eşitlik ve özgürlük kapılarını aralayan bir dönüşüm” olarak yorumlanmıştı.
‘Toplum Sözleşmesi’nde halk egemenliğini ve yurttaşlar arasında eşitliği gözeten düşünceleriyle Devrim’i doğrudan etkilemiş ve bunun sonucunda Devrim’in düşmanları ve liberaller, Rousseau ve özellikle Toplum Sözleşmesi’nde baskıcı, Terör Dönemi’ni esinleyici öğeler görmek istemişlerse de; “Yüzyılımız gerçek bir eleştiri yüzyılıdır (…) hiçbir şey eleştirinin dışında kalamaz. Ne kutsallığı dolayısıyla din, ne de yüceliği dolayısıyla yasalar” diyen Aydınlanmacı Kant’ın sade odasının duvarında, Rousseau’nun bir portresi asılıydı.[10]
Çünkü onlar da birer kahramandılar…
* * * * *
“La Pasionaria/ Tutku Çiçeği” Dolores İbarruri, 1895 yılının soğuk bir kış günü İspanya’nın Bask bölgesinde; Basklı bir baba ve İspanyol bir annenin kızı olarak dünyaya geldi. Babası Antonio İbarruri yoksul bir maden işçisiydi.
19 yaşına geldiğinde ailesinden ayrılarak yakındaki bir şehirde garsonluk yapmaya başlayan Dolores, elbette bir dönüm noktasında olduğunun farkında değildi. Garsonluk yaptığı restoranda, bir gün komünist bir işçi olan Julian Ruiz ile tanıştı ve ona aşık oldu.
Bu aşk, Dolores’in hayatında bir kırılma noktasını ifade ediyor; zira Marksist fikirlerle daha yoğun şekilde hemhâl olmasına neden olacak bu aşk, onu yeni bir insan yapacaktır.
1917’ye gelindiğinde, genel greve katıldığı için kocası Ruiz tutuklanır. Bu, Dolores’te daha derin bir kırılma yaratır. Günlerini kütüphanede okuyarak geçirir. Aynı yıl, Marksist işçi gazetesi ‘El Minero Vizcancion’a İspanyolca “Tutku Çiçeği” anlamına gelen “La Pasionaria” mahlasıyla yazılar yazmaya başlar. Bu andan sonra o artık İspanya’nın La Pasionaria’sıdır. Ölünceye kadar da bu isimle anılacaktır.
La Pasionaria, etkili hitabet gücü ve karizmatik sesiyle, işçiler ve kadınlar üzerinde olumlu etkiler bırakan bir ajitatördür. 1920’de Komünist Partinin kurucuları arasında yer alır. 1930’da İspanya Komünist Partisi’nin merkez komitesine girip, partinin yayın organı olan ‘Mundo Obrero’nun başına geçer.
18 Temmuz 1936 sabahı General Francisco Franco öncülüğündeki İspanyol faşist birlikler, Fas’tan deklarasyon yayımlayarak Cumhuriyetçilere savaş açar ve binlerce insanın yaşamını yitireceği kanlı İspanya iç savaşı böylece başlar.
19 Temmuz’da Madrid Hükümet Bakanlık Binası’ndaki basın mikrofonundan yükselen ses, hışıltılı bir radyo yayınıyla tüm İspanya’ya ulaşır. İspanyalıları, faşist güçlere karşı direnişe geçmeye çağıran bu tarihi konuşma, daha sonra pek çok ezgiye ve şiire adını verecek olan bir sözle biter. Bu söz, bugün hepimizin bildiği, “geçit yok” anlamına gelen “no pasaran”dan başkası değildir. İşte bu tarihi konuşmanın sahibi La Pasionaria’dır.
O, kanlı iç savaş boyunca Komünist Parti saflarında Madrid barikatlarında elinde silahı ile 3 yıl boyunca savaşacaktır. Madrid barikatlarında henüz 15 yaşında olan oğlu ile omuz omuza çarpışır.
1939’da Komünistlerin denetiminde olan Madrid dışında neredeyse tüm İspanya ele geçirilmiştir. Madrid barikatlarında amansız bir mücadele ve direniş devam etmektedir. La Pasionaria, bu direnişin içinde; sokaklarda, barikatın ardındadır. Ancak direniş bir noktada kırılır. 1 Nisan 1939’da İspanyol radyosundan Franko zaferini ilan eder.
Karşı devrim başarıya ulaşmıştır. Dolores İbarruri’nin sesi artık radyodan duyulmaz. Nâzım Hikmet bu yenilgiden sonra; “Nasıl sustu, neden sustu Dolores İbarruri Pasionaria? Sesi güneş gibi bir şeydi kadının. hâlâ arar dururum İspanyol radyolarında o sesin bir benzerini…” diye yazacaktır.
Madrid barikatlarından Stalingard’a uzanan mücadelesinde O, 1942’de Stalingrad savunmasında Sovyet askeri olarak üst teğmen rütbesiyle yer alan Ruben Ruiz İbarruri’yi kaybetmişti.
Direngen komünist kadın, ancak Franko’nun ölümünden (1975) sonra, 1977’de ülkesine geri dönebilecektir. Yaşamını yitirdiği 12 Kasım 1989’a kadar da İspanya Komünist Partisi’nin başındaydı.[11]
Ve Frida Kahlo… Magdalena Carmen Frida Kahlo y Calderon, 6 Temmuz 1907’de Coyoacan’da dünyaya gelir. Gerçek doğum tarihi buysa da O, 7 Temmuz 1910’da doğduğunu söylemeyi tercih eder. Çünkü, “Ben, devrimin ta kendisiyim” diyeceği Meksika Devrimi o yıl gerçekleşmiştir.
47 yıllık yaşamında sadece önemli bir ressam değil, coğrafyasına ve dünyaya kayıtsız kalmamış bir devrimci ve bir Meksika’ya aşığıdır.
Uçlarda yaşadı, canlı renklerden koyu tonlara aşama aşama geçtiği bir yaşam sürdü.
Bir de Julia Kristeva’nın hakkında, “Rıza göstermeyi kabullenmeyen bu özgür ruhlu isyankâr kadın, aşkta ve yazıda riskler almak suretiyle, kendisini önceleyen ve çevreleyen kadınların dağınık ve bastırılamaz özgürlük hareketlerini toparlayıp bir araya getirdi; sonunda ete kemiğe büründürmeyi başardığı bu antropolojik devrimi berraklaştırabildi, radikalleştirebildi ve üstlenebildi,” der ve ekler:
“Önceleri, tarih kadın olmaksızın yapılır ve yazılırdı. Sonraları, her türden yasadışılık ve köktencilik kadınların bedensel bütünlüklerini, eşitlik, eğitim ve özgürlük haklarını reddederek üzerlerindeki baskıyı sürdürdüğünde, hayatları pahasına da olsa bütün hakları elde etmenin faal savaşçısı ve siyasal alanın önemli failleri durumundaki kadınlar olmaksızın tarih de olamaz hâle geldi,”[12] diye betimlediği Simone de Beauvoir…
Çünkü onlar da birer kahramandılar…
* * * * *
“Dik dur ve gülümse. Bırak neden gülümsediğini merak etsinler.”
“Eğer bir gün beni başım eğik görürsen, bil ki başım yere düşmüş birini kaldırmak için eğilmiştir.”
“Bir insanın yaşayıp yaşamadığını anlamak için nabzına değil onuruna bakın; duruyorsa yaşıyordur.”
“Düşmanın yoksa, hayatta hiç başarılı olamadın demektir.”
“Bir yalan, hangi amaç için söylenmiş olursa olsun, her zaman, en kötü gerçekten daha kötüdür.”
“Dürüst olmuşsan, dürüst yaşamışsan eğer, bütün başarısızlıkların zafer demektir. Çünkü dürüst yaşamanın üstünde bir başarı yoktur.”
“Yoldaş Mao Zedung’dan gözümüzü hiç ayırmadık. Gerilla savaşına girdiğimizde, Yoldaş Mao Zedung’un gerilla savaşı teorisini inceledik. Ön cephelerde yayımlanan teksir makinesiyle çoğaltılmış broşürler kadrolarımız arasında yaygın biçimde dağıtıldı; bunlara ‘Çin’den gelen besin’ deniyordu. Bu küçük kitabı dikkatle inceleyerek pek çok şey öğrendik. Yoldaş Mao Zedung’un sistemli ve bilimsel olarak inceleyip cevapladığı pek çok problem olduğunu keşfettik. Bunun bize çok yararı dokundu.”[13]
“Kaybetmekten korkma; bir şeyi kazanman için bazı şeyleri kaybetmelisin. Ve unutma; kaybettiğinde değil, vazgeçtiğinde yenilirsin.”
“İki şeye hakkım var özgürlük, ve ölüm. Birine sahip olamazsam ötekini isterim, çünkü kimse beni canlı tutsak edemez.”
“Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin… hoş geldi, safa geldi,” diyen Che Guevara 1956’da Fidel Castro ve bir avuç savaşçısıyla birlikte, çılgınca bir planla Küba’ya çıkartma yapıp diktatör Fulgencio Batista’yı devirmek üzere Granma yatı üzerinde Karayip Denizi’ni aşmıştı. Karaya ayak bastıklarında geçit vermez bir bataklığa düşüp müfrezedekilerin çoğunu kayıp veren savaşçılardan sağ kalabilenler çatışa çatışa Sierra Maestra’ya tırmanmayı başardı.
İki yıldan biraz fazla süren, Guevara’nın gözünü budaktan sakınmadığı cesareti ve maharetiyle parlayıp komutan unvanını aldığı gerilla harekâtının ardından isyancılar Havana’ya girdiler ve Kuzey ve Güney Amerika’nın ilk ve tek muzaffer sosyalist devrimini başlattılar.
Che’nin imgesi devasaydı: Yeryüzünün egemen gücü Yankiler’e meydan okuyan mitolojik dev Che. Bencillikten arınmış ve başkalarını tutkuyla seven Yeni İnsan’ın eskinin yıkıntıları içinden, güç kullanılarak yaratılmasını savunan ahlâk timsali Che. Astım hastası olmasına karşın, baskı ve zulme karşı mücadeleyi sürdürmek için Küba devrimini bırakarak sırra kadem basan romantik Che.
39 yaşında Vallegrande’de kurşuna dizilmesi Che’nin efsanevi yüceliğine sadece yücelik katmış oldu.[14]
Yaşamı boyunca, devrimcinin görevinin devrim yapmak olduğunu savunan Onun için Fidel, Devrim Meydanı’ndaki bir milyon Kübalı’ya, “Che’nin uğrunda yaşamını verdiği idealler hiçbir zaman ölmeyecek,” derken sonuna kadar haklıydı.
Özetle “Hasta la Victoria Siempre, Patria o Muerte!” diye haykıran Che, yaşamı boyunca, devrimcinin görevinin devrim yapmak olduğunu savundu.[15]
Dünyanın emperyalist güçlerine karşı ayakta durabilen, onların yaptırımlarına boyun eğmeyen, egosuz, karşısındakini koşulsuz sevebilen, kendi yaşamını inandığı idealler uğruna verecek kadar da “cömert” olan yeni insan tipinin bir simgesiydi O.
Devrim için, gerçekleştirdikleri devrimi bırakıp yeniden yola çıktı. İnsan için katlanılamaz olanı fark etti, ona göre davrandı.
“Che davranışı”, toplum değişiminin mücadeleden doğması gerektiğini öne çıkardı; devrimin kesinlikle halk desteğiyle olacağını ve olması gerektiğini kanıtladı.
“Che davranışı” ölümü göze alarak, başka topraklarda, tanımadığın insanlar için evrensel değerlerle savaşacak kadar da yüce bir yiğitliğin olması gerektiğini gösterdi.
Tıpkı Afrikalı “öğrenci”si, ardılı gibi…
“Afrikalı Che” diye anılan Burkina Faso’lu Thomas Sankara’nın tüm çabası “her bir Burkinalının günde iki öğün yemek yemesi, temiz içme suyuna erişmesi” içindi.
1987’de eski müttefiki Blaise Compaore liderliğinde gerçekleştirilen darbe esnasında katledildi.
Öldürüldüğünden beri halkının bitmez tükenmez sevgisiyle, adı da ilkeleri de yaşıyor.
Burkina Faso’nun tüm sokaklarında, duvarlarında Sankara’nın “ya anavatan ya ölüm” sloganı eşliğinde çizili portreleri durur hâlâ. Onu katledenler o duvarlardaki resimlerini yok edemediler.
“Kararlı Devrim İlkesi”nden[16] hareketle 11 arkadaşı 1969’da ‘Aydınlık Yol/ Sendero Luminoso’yu kurdu.
Örgütüne ismini, “Marksizm-Leninizm geleceğin parlayan yolu” diyen Perulu komünist José Carlos Mariátegui’ye bir selam olarak verdi.
Aydınlık Yol hareketi başlarda sadece Peru üniversiteleri çevreleriyle sınırlı kalmıştı. 1970’li yılların sonlarına doğru ise Ayacucho bölgesinde bir gerilla grubuna dönüştü.
Mayıs 1980’de gerilla grubu Peru hükümetine karşı savaş açtığının ilanı olarak Ayacucho bölgesindeki Chuschi köyüne baskın düzenledi. Böylece 1964’dan beri ilk kez bir seçimin gerçekleşmesine engel olmuş oldu. Zamanla büyüyen gerilla hareketi Lima eteklerinde kadar etkisini yaydı.
Aydınlık Yol’un ülkede kontrolü amacı hükümeti çaresiz bırakacak kadar ele alıp iktidarın alınabileceği bir ortam sağlamaktı. Gerillalar sadece asker ve polisleri değil her türlü hükümet görevlilerini, grev kırıcı işçileri, hükümetle işbirliği yapan köylüleri ve hatta diğer örgütleri de hedef almaktaydı. Yoğun iç savaş ortamında yaklaşık 70 bin kişinin hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir.
“Fidel Castro’dan sonra bir hükümeti devirip iktidarı almaya en çok yaklaşan Güney Amerikalı devrimciydi,” sözleriyle anlatır Başkan Gonzalo’yu Amerikan düşünce kuruluşu Brookings Enstitüsü’nden Vanda Felbab-Brown… Haksız da değildi…[17]
Tam adı Manuel Rubén Abimael Guzmán Reynoso idi Başkan Gonzalo’nun 12 Eylül 1992’deki yakalanışından 29 yıl sonra yine aynı tarihte -11 Eylül 2021- Callao kentinde hapsedildiği hücrede yaşamını yitirdi, “Dağların Kartalı”…
Demir bir kafes içerisinde çizgili tek tip elbisesinin içinde kendisini tutsak eden egemenlere meydan okurken kaldırdığı yumruğuyla kazındı hafızalara…
Faşist Fujimori diktatörlüğü “Kafese kapatılmış bir kaplan gibi” sergileyerek küçük düşürmeyi amaçlasa da, yargılanan değil yargılayan oldu Başkan Gonzalo.
Tamamını sınıfsız sömürüsüz bir dünya mücadelesine ve halkların kurtuluşuna adadığı 86 yıllık hayatının 29 yılını bir askeri deniz üssünde tek kişilik bir hücrede ağır tecrit koşulları altında geçirdi. Hiç teslim olmadı, biat etmedi, diz çökmedi. Son nefesine kadar egemenlerin korkulu rüyası olamaya devam etti And Dağları’nın kartalıydı Başkan Gonzalo…
Çünkü onlar da birer kahramandılar…
* * * * *
Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in diyalektiğinde “efendi” köleye muhtaç ve köle de tanınma arzusunun yerine gelmesi açısından “efendi”ye muhtaçken, ‘Yeryüzünün Lanetlileri’[18] ile maruf Frantz Fanon, bunu olumsuzlar. “Efendi”’nin oturduğu tahta oturacak bir kölenin kurtuluşa eremeyeceğini yazar.
Kölelerin olmadığı yerde “efendi”nin olamayacağını söyler ve bu kurtuluş köleliğin sona ermesi, sınıfların ve sömürünün tamamen ortadan kaldırılması ile mümkün olduğunu belirtir.
Yine Ona göre köle, “efendi”nin yerini almamalı; sistemi tamamen sona erdiren olmalıdır. Kendisine beyaz gibi bakmaktan yani içselleştirilmiş beyazlık kurtulması gerekmektedir siyahın…
Ayrıca ırkçılığa karşı mücadele yolunda “Yapılana dek, her zaman imkânsız gözükür.”
“Tercihleriniz umutlarınızı yansıtsın, korkularınızı değil.”
“Bir aydınlanma yaşamadım, tekil bir vahiy inmedi, bir hakikât anıyla yüzleşmedim. Ama binlerce aşağılanma, binlerce hakaret, binlerce anımsanmayan an yavaş yavaş birikerek benliğimde bir öfke, bir isyankârlık, bir sisteme karşı mücadele arzusu oluşturdu.”
“Hiçbir zaman kaybetmem. Ya kazanırım ya da öğrenirim.”
“Özgür olmak zincirlerinden kurtulmaktan ibaret değildir. Başkalarının özgürlüklerine saygı duyacak ve onları yükseltecek şekilde yaşamaktır.”
“Kadınlar, bütün baskı ve zulüm zincirlerinden kurtulmadıkça, özgürlükten bahsedilmez,” diye haykıran Afrika Ulusal Kongresi (ANC) lideri Nelson Mandela, zindanda geçen 27 yıllı için “Bize biraz meditasyon imkânı sağladı” diye dalga geçerken; Robben’deki tecridi için adaya getirildiğinde yıl 1964’dü.
18 yıl sürdü Mandela’nın Robben Adası macerası… 18 yıl kendisi için hiçbir özel şey istemedi. 18 yıl özel bir istek için hiç boyun eğmedi. “Cesaretin korkunun yokluğu değil, onun üzerindeki zafer olduğunu öğrendim. Cesur adam korkmayan değil, bu korkuyu yenen kişidir” diyordu. Adadaki taş ocağında başta Mandela olmak üzere ANC liderleri ağır şartlar altında çalıştırılıyordu ve bu konuda da hiç ayrıcalık istemedi. Zaman zaman kendisine işten muaf tutulma teklifi yapıldığında ve başka ayrıcalıklar önerildiğinde, kesin bir dille reddederek, “Bunu yalnızca hepimize verilirse kabul edebilirim” diye yanıtladı.[19]
1990’a kadar Mandela nerede kalırsa kalsın, ırkçılığın yok edilmesi düşüncesinden hiç vazgeçmedi ve önderlik niteliğini sürdürdü. “Gerçek liderler, halklarının özgürlüğü için her şeyi feda etmeye hazır olmalıdır,” diyordu…
Bunlarla birlikte Güney Afrika’da ırkçı rejime karşı mücadelenin simge isimlerinden birisi de, “Ulusun vicdanı”, “Eşitlik Savaşçısı” ve “Cesur Lider” diye anılan Başpiskopos Desmond Tutu idi.
Nelson Mandela’yı, 27 yıl hapis yattıktan sonra, 1990’da halka ilk seslenişinde, kürsüye çağıran Tutu’ydu.
Mandela, dört yıl sonra ülkenin ilk siyahi başkanı olarak yemin ederken de yanında o vardı.
Apartheid rejimi sona erdirildiğinde Mandela, ırkçılığın işlediği suçları ortaya çıkarmak için kurulan “Hâkikat ve Uzlaşma Komisyonu”na başkan olarak Tutu’yu atadı.
“Ezilenlerin yorulmak bilmez sesi” olarak da nitelenen Tutu, Filistin halkına da destek vermişti.
İnandıklarını savunmak adına son nefesine kadar susmadı Güney Afrika’nın vicdani kılavuzu Desmond Tutu! “Keşke susabilsem ama yapamıyorum ve yapmayacağım” sözleri akıllardadır hâlâ…
Bir de “Bir Hayalim Var” diye haykıran Martin Luther…
28 Ağustos 1963 sadece ABD’li siyahların değil, belki de özgürlük isteyen, eşit haklar mücadelesi veren her topluluğun ilham kaynağı olmuş muhteşem bir söylevin gerçekleştiği bir tarihti.
Akıllara da, tarihe de (kuşkusuz kalplere de) “Bir rüyam var” sözleriyle geçen bu muhteşem söylevin sahibi, çok değil beş yıl sonra, 4 Nisan 1968’te henüz 39 yaşındayken bir suikast sonucu katledilecekti.
Ya da Diyarbakır’da düşürüldüğü bir tuzakta, 20 Eylül 1992 günü alçakça katledilen “Musa Amca bir ekoldü… Örneği olmayan ve olmayacak olan…Sevgi dolu, her zaman delikanlı, heyecanlı, korkusuz, ölüme bile ‘kafa tutan’ Apê Musa’ydı…”[20]
“Gazeteci, politikacı ve filozof”du;[21] “Yaşamı boyunca hakikâte ulaşmak için çabaladı. Hayatını halkına adamıştı.”[22]
Bir de Sungurlar Fabrikası işçi işgal komitesinin başkanı ve Ragıp Zarakolu’nun, “Necmettin Büyükkaya’nın resimlerine baktığınızda sanki öte zamanlara bakan bakış hissedersiniz… Bir ressam, İbrahim Kaypakkaya’nın bakışlarında da, Roma zulmü altındaki ilk azizlerin gözlerindeki ifadeyi hissettiğini söylemişti bir keresinde. O aziz bakış Necmettin’in görüşlerinde de vardı,”[23] diye betimlediği O 1982’de Diyarbakır’da yakalandı. İbrahim Kaypakkaya gibi ne sır ne ser verdi en ağır işkencelerde…
Çünkü onlar da birer kahramandılar…
* * * * *
1920’lerin sonunda Kürt sorunu üzerine yazdıkları ve anti-sömürgeci mücadelenin devriminin gelişimi açısından önemini çok erken fark eden Hikmet Kıvılcımlı ayrıksı bir konumdaki “Direniş ve Sınıf Çizgisi Mirası”dır…[24]
Doktor’a hakkını verelim: O militan bir komünist ısrardır. Hayatının 22.5 yılını cezaevinde geçirmiş olmasına karşın, tek bir sorguda bile işkenceye teslim olmadı.
“Parti kurmak turşu kurmaya benzemez.”
“İnsan beyni taşları sürekli dönen bir değirmen gibidir. İçine bir şey atmazsan kendi kendini öğütür.”
“Hangi ülkede hangi çocuğun kaç lokma ekmek yiyeceğine, servet sahiplerinin bir araya geldikleri kahvaltılarda ve yemeklerde karar verilir… İnsanın hayvan yerine konulmasına isyan ettiğim için sosyalistim.”
“Görev başında ömür merdiveninin son basamaklarına geldik. Kimsenin kara yahut mavi yahut yeşil, elâ gözü için yaşamadık,” diyen Hikmet Kıvılcımlı’dan öğrenecek çok şeyimiz var. Ama sadece bir komünist ve bir Marksist-Leninist teorisyen olarak değil. Hatalarından da…
Ve hiç eğilip bükülmeden, kahramanca yaşayan sosyalist mücadelenin yılmaz savaşçısı: Behice Boran…[25]
Sonra Pakrat Estukyan’ın, “Ölerek ölümü yenmeye dair”[26] örnek verdiği Hrant Dink…
Kolay mı? Yüzyıl boyunca Ermeni Soykırımı’yla işlenen ötekileştirme çabası “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” sloganı ile boşa düştü.
“Çok Katmanlı Bir Cinayet”ti[27] Onun katli.
Sonrasında ‘Hrant Dink’in Arkadaşları’ndan Bülent Aydın’ın, “Biz bitti demeden bu dava bitmez!”[28] sözleri… Bitmeyecekti de!
Çünkü onlar da birer kahramandılar…
* * * * *
Toparlarsam…
Jean Paul Sartre’ın, “İnsanlar kahramanları oynuyorlar; çünkü korkaklar. Azizleri oynuyorlar; çünkü kötü ruhlular. Suikastçıyı oynuyorlar; çünkü yanı başlarındaki komşularını öldürmek için yanıp tutuşuyorlar. İnsanlar oynuyorlar; çünkü doğuştan yalancılar,” diye betimlediği “modern zamanlar”da Fyodor Dostoyevski’nin, “Ya kahraman ya da çamurdan; ikisinin ortası yoktu… Bir kahraman istediği kadar içine dalsın nasıl olsa çamur bulaşmaz”[29] ve de Aristoteles’in, “Kahraman, çevresine ölüm yaymaz, ama ölüme meydan okur,” sözlerini hatırlamak da, hatırlatmak da “olmazsa olmaz”dır…
N O T L A R
[*] Görüş, Mart 2022…
[1] Cemal Süreya.
[2] Selçuk Candansayar, “Cesur Ol, Hayır Önce Sen Cesur Ol”, Birgün, 24 Ocak 2022, s.11.
[3] Georgi Plehanov, Tarihte Bireyin Rolü Üzerine, çev: Nahide Özkan, Yazılama Yay., 2010, s.60.
[4] Özlem Ermiş Beyhan, “En Kötümser Millet Türkler Oldu”, Sözcü, 10 Ocak 2022, s.9.
[5] Kazım Eroğlu, “Devrimci Bir Halk Bilgesi Hallac-ı Mansur”, Tükenmez Dergisi, No: 40.
[6] Beyhan Güler, “Bedreddin Hâli, Adalet…”, Birgün Pazar, No:719, 20 Aralık 2020, s.12.
[7] Hicri İzgören, “Çünküsü Çoktur”, Yeni Yaşam, 4 Şubat 2021, s.11.
[8] Nurduran Duman, “Entelektüel Doruk: Yunus Emre”, Cumhuriyet, 18 Mayıs 2021, s.14.
[9] Zeynel Kıran, “Ölümünün 701. Yılında Dante Alighieri”, Cumhuriyet Kitap, No:1669, 10 Şubat 2022, s.4.
[10] Mustafa Hazım Bayka, “Doğanın ve Doğruluğun Adamı!”, Cumhuriyet Kitap, No:1638, 8 Temmuz 2021, s.6.
[11] Serhat Halis, “Tutku Çiçeği”, Birgün Pazar, Yıl:18, No:770, 12 Aralık 2021, s.5.
[12] Julia Kristeva, Simone de Beauvoir Aramızda, çev: Özgü Berksoy, Sel Yay., 2017.
[13] William E. Ratliff, “Yeni Bir Eski Che Guevara Röportajı”, 9 Ocak 2022… https://sendika.org/2022/01/yeni-bir-eski-che-guevara-roportaji-william-e-ratliff-642768/
[14] Ariel Dorfman, “Che’nin Gözleri…”, Newyork Time, 6 Ekim 2007… https://m.bianet.org/bianet/kultur/102151-che-nin-gozleri
[15] Bkz: Deniz Yılmaz, “Che’nin Devrimciliği ve Devrimciliğe Che Aşısı”, Atılım, Yıl:7, No:447, 9 Ekim 2020, s.8-9; Ragıp Zarakolu, “Che’nin Nemesis’i”, Yeni Yaşam, 16 Kasım 2020, s.11.
[16] “Başkan Gonzalo’nun Kararlı Devrim İlkesi ve Stratejik Yenilikler Mirası”, Özgür Gelecek, No:246, 29 Eylül-12 Ekim 2021, s.16-17.
[17] İbrahim Varlı, “Başkan Gonzalo”, Birgün, 14 Eylül 2021, s.4.
[18] Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, Versus Kitap, 2007.
[19] M. Ender Öndeş, “Özgürlük Bazen Adalardan Gelir”, Yeni Yaşam, 7 Ocak 2021, s.9.
[20] Eren Keskin, “Apê Musa’ya Özlem”, Yeni Yaşam, 22 Eylül 2021, s.6.
[21] Hüseyin Aykol, “Gazeteci, Politikacı ve Filozof”, Yeni Yaşam, 20 Eylül 2021, s.8.
[22] “Rahşan Anter: Özgür Basın Bugünlere Kolay Gelmedi”, Yeni Yaşam, 20 Eylül 2021, s.9.
[23] Ragıp Zarakolu, “Necmettin Büyükkaya Anısına”, Yeni Yaşam, 20 Eylül 2021, s.5.
[24] M. Sinan Mert, “Kıvılcımlı, Direniş ve Sınıf Çizgisi Mirası”, Yeni Yaşam, 11 Ekim 2020, s.11.
[25] Okan Toygar, “Sosyalist Mücadelenin Yılmaz Savaşçısı: Behice Boran”, Cumhuriyet, 10 Ekim 2021, s.2.
[26] Pakrat Estukyan, “Ölerek Ölümü Yenmeye Dair”, 5 Nisan 2021… http://www.agos.com.tr/tr/yazi/25526/olerek-olumu-yenmeye-dair
[27] Emre Kongar, “Çok Katmanlı Bir Cinayet: Hrant Dink”, Cumhuriyet, 21 Ocak 2022, s.2.
[28] Hasan Akbaba, “Biz Bitti Demeden Bu Dava Bitmez!”, Yeni Yaşam, 3 Nisan 2021, s.8.
[29] Fyodor Dostoyevski, Yeraltından Notlar, çev: Nihal Yalaza Taluy, MEB Yay., 1990, s.62.