Temel Demirer: Eleştiri Ve Eleştirmenler

Yazarlar

“Okumayı ve yazmayı öğrenmenin

insana ne faydası var ki,

düşünmeyi başkalarına bıraktıktan sonra.”[1]

 

Coğrafyamızda eleştiri ya heptir ya da hiç! “Heptir”, her şeyi yerle yeksan eder. “Hiçtir”, susar görmezden gelir…

Bu tür zaaf(lar)ın aşılması için eleştiri ve eleştirmenler meselesinin yerli yerine oturtulması “olmazsa olmaz”dır.

* * * * *

Eleştiri denince birçoğumuz herhangi bir şeyi veya durumu olumsuzlama, ona karşı çıkma ve yermek anlamını çıkarıyoruz.

Eleştirme söz konusu nesneye bağlı olarak özel bir tavır geliştirmek ve edinilen özel kanıyı nesnel bir yargı biçiminde ortaya koymaktır. Yani eleştiri yalnızca yermek veya yalnızca övmek değildir. Her ikisini de kapsayan bir yargılamadır. Bu yargılama içinde öznel bir tavır barındırsa da nesnelliğe dayanmalıdır.

Eleştirenin verdiği hükmün doğruluğu (veya yanlışlığı) da eleştiriye açıktır. Eleştirideki yargıların doğruluğu ya da yanlışlığı bir süre geçtikten sonra daha iyi anlaşılır. Konuyla ilgili bir yorumun, bir eleştirenin döneme, zaman ve mekâna hâkim olan sosyal, siyasal kültürlerin değişiklikler göstermesi de doğaldır. Ama birçok durum gibi eleştiri de zamana karşı dayanma gösterebildiği ölçüde değer kazanır.

Bir olgu hakkında (hatta herhangi sıradan bir şey hakkında) hüküm vermek, başarılı-başarısız, güzel-çirkin, acemi-ustaca diyebilmek için o olguyla ilgili bir bilgi birikiminin olması gerekir. Bu da yetmez, bir değerlendirme yapabilmek için bilginin kavranması, eğilimlerin oluşturulması, duyarlılık ve düşünce birikiminin disipline edilmesi gerekecektir.

Eleştiri kısır bir döngü içinde, polemiklere çanak tutmak değildir. Sadece tartışma görüntüsü içinde, kışkırtan ve saldıran, düşmanca bir yaklaşım kadar, bağnaz bir hayranlığı da eleştiri dışında tutmak gerekir.

Araştırmak, kafa yormak, olay ve olgulara geniş bir pencereden bakmak eleştirenin olmazsa olmazıdır.[2]

Eleştiriyi seçkinci bir bakışın ürünü/ anlayışı olarak görmek de yanılgıdır. Eleştiri, ders vermez; gösterir, anlamaya çalışır, yorumlar, uyarır. Eleştirmenin işi/ uğraşı o “tek”e/ “yapıt”a dönüktür. Evet, yapıtın kurucusu yazara yönelik göndermeleri kaçınılmazdır. Ama yalnızca yazar’a/ yazan kişiyedir bu. Kuşkusuz eleştiri bir mektup, eleştirmen de mektupçu değildir. Yapıt üzerinden okura/ yığınlara seslenir.

Bu bağlamda eleştirmen kendini “Tanrı” gibi görmez. Aslında “bir bilen” de değildir. Ama eleştiri yazmaya soyunmuşsa eğer; yöneldiği eleştiri alanını bilendir kuşkusuz! Alan bilgisi onu “bir bilen” kılmasa da; yaptığını bilen konumuna taşır elbette. Eleştirmen, eleştirmek için yola çıkmaz. Anlamaktır onun derdi. Onu “eleştirel eleştiri” çizgisine getiren, yapıttır eninde sonunda.

Eleştirmen, buluştuğu yapıtı neden/niçin seçtiğini bilendir. Kendini bunu okumaya verdiğine, zaman ayırdığına göre; ilk derdi “ne anlatıyor”, sonrasında da “nasıl anlatıyor” sorularına yanıt arama yolculuğuna çıkmaktır.

“Buldum”, “bulamadım”, “beğendim”, “beğenmedim” diyen değildir eleştirmen. İnandırıcı olmak için o da nedenlerini/niçinlerini yazıp edendir.

Bazen, “yapıt”ın sessizliğine sığınan “yazar” “küstah” olabiliyor. “Neden öyle dedi/n,” diye çıkışıyor, eleştirmen(ler)e veryansın edebiliyor. Hatta yok sayıyor eleştiriyi. Oysa bilmeli ki; eleştiri onun mevcudiyetini var kılandır. Ve ne övgü, ne de yergidir.[3]

Eleştirinin kenarında duran deneme de düşünsel birikimi toplumsal gelişimiyle yoğurup ortaya koyan değerlendirmeyken; Max Norman’ın ifadesiyle de, “Deneme hakkında iyi bir kitap yoktur, sadece denemeler vardır.”[4]

* * * * *

“Eleştiri” deyince ilk anımsananlardan birisi, Sivas’ta yakılan aydınlarımızdan Asım Bezirci’dir.

Onun için çalışmak üretmekti, bir yaşam biçimi olarak algılıyordu ama öte yandan üretmek hayata karşı “egemen” olmaktı. Egemen olmak ama onu yok etmek, bozmak değil, anlamlandırmak. Çalışma

süreci, kendi seçimlerinin yanı sıra, öğrenen, öğreten ve paylaşımcı bir nitelikteydi ki bu da başka bir seçimi gösterir. Şöyle de diyebiliriz: bu anlamlandırma eylemi toplumsal bir öz taşır.

Bilimsel yöntemle eleştiri yapmanın öncülerinden O, “Sanatın konusu insan, eleştirininse eserdir. Sanat insanı yansıtır, eleştiriyse eseri tanıtır. Sanat gerçeği estetik yolla, imgelerle canlandırır, eleştiriyse yalın bir dille, kavramlarla anlatır. Sanat bir yaratmadır, eleştiriyse yaratılanı yargılama. Sanat bir kurmadır, eleştiriyse bir çözümleme vb,”[5] derken neyin ne olması gerektiğini net biçimde ortaya koyar.

Yazma sürecinin bir evresinden sonra dergilerde çıkan yazılarını kitaplaştırır; bunlar tek tek eleştiri, deneme yazılarıdır ama kitap hâline gelirken bir bütünlük gözetilmiştir.

Yazınsal düşüncesiyle öncü eleştirmenlerdendir.

Kendi görüşünden “taviz” verdiğini, inandığı değerlerden çark ettiğini göremezsiniz!

Söz konusu çerçevede, “Onun asıl başarısı, Asım Bezirci olmaktır!”[6] diyen Atilla Birkiye sonuna kadar haklıdır.

“Ölümden Çalan Bilge”[7] diye anılan Vedat Günyol’u veya “O derinlikli bir yazar ve düşünürdü,”[8] denilen tiyatro eleştirmeni “Ahmet Cemal’in zemin kaymasına itirazı hep baki kaldı, sadece yazılarıyla direnmedi, bu kaymaya karşı lobilerin, kayırmacılıkların, siyasal dayatmacılıkların dışında kalarak elinden geldiğince alternatif alanlar üretmeye çabaladı,”[9] saptamasındaki yol açıcı tavrını unutmak mümkün mü?

Ya da “Bize Shakespeare’i anlatan”[10] yazar, çevirmen, belgesel sinemacı, denemeci, akademisyen, bir dolu sıfatla anabileceğimiz Sabahattin Eyüboğlu’nun, “İnsanlık adına konuşmaya başladığınız anda sanata başvurmak zorundasınız,”[11] uyarısını “es” geçebilir miyiz?

* * * * *

Sonra “geleceksin değil mi/ geliyorsun değil mi/ gelmelisin mutlaka/ bırak şimdi gülmeyi de evet de/ haydi bedri evet de!” dizelerini kaleme alan Hasan Hüseyin’in, “Ozandı, eleştirmendi, sanat tarihi ve estetik öğretmeniydi, dilciydi, felsefeciydi, çevirmendi, polemikçiydi vb…Ama onu böyle anlatmaya kalkışmak yanlış olur çünkü o, bunların hepsiydi. Bütün bunların oluşturduğu bir bütündü,”[12] diye tanımladığı Doç. Dr. Bedrettin Cömert faşistler tarafından katledildiğinde 38 yaşındaydı.

11 Temmuz 1978’de, Ankara Gaziosmanpaşa’daki evinden İtalyan eşi ile arabasına yürüyen Cömert’e yolda pusu kuran 3 kişi tarafından çapraz ateş açıldı. Saldırıda Cömert yaşamını yitirdi, eşi ise ağır yaralandı.

“Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Başkanlığını” üstlenmiş olan Cömert, kısa bir süre önce Hacettepe Üniversitesi’nde çıkan olayları araştıran komisyonun başkanlığı üstlenmişti. Bu nedenle de ölüm tehditleri alıyordu. 30 Mart 1979’da Avrupa Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu’nun eski başkanı Lokman Kondakçı, İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’e “Bedrettin Cömert olayında emri, dönemin ÜGD Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun verdiğini, onun üzerinde de Ramiz Ongun’un yer aldığını” söylemişti.

Cömert Cinayeti’ni araştıran Ankara 5. Sulh Ceza Mahkemesi ardından, cinayetin azmettiricisi sıfatıyla Abdullah Çatlı hakkında tutuklama kararı çıkarmıştı. Polis yaptığı araştırmada, 3 saldırganın Rıfat Yıldırım, Üzeyir Bayraklı ve “Ahmet” kod adlı bir sağ görüşlü kişi olduğu belirlemişti. İlk ikisi, Almanya’ya kaçmışlardı.

1985’te Almanya’da 1.5 kilo eroinle yakalanıp uyuşturucu kaçakçılığından tutuklandılar. Ama idamla yargılanacakları için Türkiye’ye iade edilmeyip serbest bırakıldılar. Rıfat Yıldırım’ın Frankfurt’ta açtığı gece kulübü Skala, Alaaddin Çakıcı dahil Türk mafyasının buluşma yeri hâline geldi. 2002’de Türkiye’ye iade edildi. Cömert davasında “delil yetersizliği”nden beraat etti. Üzeyir Bayraklı 1992’de öldürüldü.[13]

Poetika ve edebiyat eleştirisi konularında çalışan ve 1971’de Roma Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde “Son Elli Yılda Türkiye’de Sanat Eleştirisi” başlıklı tezi ile doktorasını tamamlayan[14] Bedrettin Cömert, 38 yıl süren ömrüne şiir, felsefe, sanat tarihi ve nesnel eleştiri alanında çok değerli görüşler sığdırdı.

Şiirdeki duyarlığını eleştiriye uygulayınca daha verimli olduğunu düşünüyor ve Yaşar Nabi Nayır’a yazdığı bir mektupta “Önceleri her yazdığımın güzelliğine inanıyordum, şimdi ise şiirin her şeyden önce bir bilinç işi olduğu kanısındayım” diyordu.

Sanatçılığı bilgi ve bilinçten önce bir yetenek, bir ‘işçilik’ olarak görüyor; şiirin, konu ve içerik üzerine konuşmaya en az olanak vermesi nedeni ile bizi sanatın özgüllüğüne daha iyi yaklaştırabileceğini dile getiriyordu. “Her ozan ilkin işçiliğiyle ozandır; üslup yaratabilmesiyle, biçimsel yapılar kurabilmesiyle ozandır. Buradaki ‘işçilik’ sözü hem kuyumculuk hem de kuyumculuğu da içeren yaratıcılık olarak anlaşılmalıdır.”

Temel bir estetik anlayışa dayanan sanat eleştirisi olmadan sanat tarihi yapılamayacağı görüşünü benimsemişti.

* * * * *

Ve “Anlamaya, anlatmaya çalışan, yıkıcı olmayan bir eleştiriye doğru gitmeliyiz. Eleştiriyi önyargılarımızı doğrulamak için değil, yargılara varmak için kullanmalıyız; bir kavga aracı olarak görmemeliyiz, kişisel duyguların çok üstünde, bir gerçeklere varma aracı olarak görmeliyiz.”

“Gerçi bilimsel eleştiriye yönelişi destekledim, övdüm, yücelttim, ama öznel eleştirinin yaratıcılık sürecindeki önemli yerini belirtmekten de hiç geri durmadım,” diyen bir duayendi Memet Fuat…

O, eleştirmen, deneme, inceleme, anı, günce, öykü-roman yazarı, çevirmen, futbol, voleybol antrenörü, spor akademisinde öğretim üyesi, yayıncı, gençliğinde bir ara mimar yardımcısı, inşaatçıydı…

“Nâzım Hikmet’ten gelen şiir ve insan sevgisiyle, Piraye Hanım’dan gelen katıksız ahlâkçılığı kişiliğinde bütünleştirmişti.”[15]

“Yazdıkları ve yayımladıklarıyla edebiyatımıza, düşünce özgürlüğü ve hoşgörü savunularıyla düşün yaşamımıza kalıcı katkılarda bulunan Memet Fuat”[16] “Ömrünün hiçbir döneminde ödün vermediği dünya görüşünü bir başına yaşarken, ona uygun düşmeyen anlayışlara kapıları ardına dek açıyordu.”[17]

“Özgün, Derin Bir Sanatçı,”[18] “Edebiyat Düşünürü”[19] ya da “Dürüst Bir Toplumcu”[20] veya “Hümanist Eleştirmen”[21] olarak betimlenen “O edebiyatın hemen hemen her türünde hem çağdaşları, hem de kendisinden sonra gelecek kuşaklar için yararlanılacak çok değerli yapıtlar bırakan bir edebiyat insanıydı.”[22]

Özetin özeti: “Eleştiriyi sanat dalı olarak algılayan eleştirmen,”[23] “Eleştiride hiçbir yöntemi üstün görmediğini sık sık yinelemiş, her yöntemin uygulanmasından bir şeyler umduğunu belirterek, ‘çok sesliliği’ savunmuştur. Eleştirinin yol haritasını çizerken izlencesinde şu ilkelere yer veriyordu:

‘1) Yazılarımızda yüksekten konuşmamayı, sanatçılara büyüklük taslamamayı öğrenmeli. 2) Tartışmalarımızı karşımızdakileri alt etmek için değil, birlikte gerçekleri bulup çıkarmak için yapmamız gerektiğini unutmamalı. 3) Yargılarında yanılabilecek birer insan olduğumuzu bilmeli. 4) Dostlukların, düşmanlıkların etkisinden kurtulmayı, yergiden, övgüde kaçınmayı başlıca amaç edinmeliyiz.’

Gözdesi deneme türüydü”[24] ve “toplumsalcı bir aydın olarak elbette dünyada ve kendi ülkesinde toplumsal, siyasal alanlarda yaşananlar üzerine söyleyecekleri vardı:

“Yirminci yüzyıl geride kaldı. İnsanlık mutluluk getirecek bir düzen kuramadı dünyanın hiçbir yerinde.”

“Kapitalizm korkunç bir şey. Bütün dünyayı eline aldı. Her şeyi denetliyor. Barış, savaş, açlık, tokluk, her şey ondan soruluyor. Çöküşü korkunç olacak.”

“Benim sıkıntım, inananların başkalarını baskı altına almak istemelerinden kaynaklanıyor. (…) Gerçekten demokrat olabileceklerine inanmak çok güç. Kadınları ezişleri ise korkunç.”

“İleri düzeyde, ikiyüzlü bir din istismarı Türkiye’yi nerelere götürür kestirmek çok güç. Önü karanlık günler bekliyoruz.”[25]

* * * * *

Eleştiri önemli, eleştirmenler de değerlidir.

Yine “Neden” mi?

“İnsanın dünya görüşü bir eleştiri süzgecinden geçirilerek, yamalı bohça olmaktan çıkarılmamış ve içinde yaşanılan ânın etkisinde ve birlikten yoksun ise, kişiliği de acayip bir yamalı bohça görüntüsündedir.” (…) Eleştirici işleme girişmenin başlangıcı insanın gerçekte ne olduğunun bilincine ermesi, ‘kendini bil’ ilkesinin benimsenmesidir. Bu ilke, bugüne kadar akıp gelmiş bulunan ve her birimizde tartışmasızca kabul ettiğimiz sayısız izler bırakmış olan bir tarihsel sürecin ürünü olarak düşünülmelidir. İlk adımda yapılması gereken şey, bu kalıntıların bilançosunu düzenlemektir,”[26] der Antonio Gramsci…

N O T L A R

[*] Kaldıraç, No: 241, Ağustos 2021…

[1] Ernst R. Hauschkam.

[2] Hicri İzgören, “Eleştiri Adabı”, Yeni Yaşam, 1 Nisan 2021, s.11.

[3] Feridun Andaç, “Eleştiri Ne Değildir?”, Cumhuriyet Kitap, No:1626, 15 Nisan 2021, s.10.

[4] Burak Abatay, “Edebiyat Ne İşe Yarar?”, Birgün, 3 Eylül 2019, s.15.

[5] Asım Bezirci, Bilimden Yana, Yön Yay., 1989, s.11.

[6] Atilla Birkiye, “Asıl Başarısı ‘Asım Bezirci’ Olmak!”, Cumhuriyet Kitap, No:1585, 2 Temmuz 2020, s.8.

[7] Ali Ekber Ataş, “Ölümden Çalan Bilge: Vedat Günyol”, Cumhuriyet, 9 Temmuz 2021, s.2.

[8] Ceren Çıplak, “Prof. Dr. Afife Batur: Gözyaşları Ahmet Cemal İçin”, Cumhuriyet, 3 Ağustos 2017, s.14.

[9] Ayşe Emel Mesci, “Zemin Kayması ve Ahmet Cemal”, Cumhuriyet, 7 Ağustos 2017, s.16.

[10] Öznur Oğraş Çolak, “Shakespeare’i Bize Anlatan Usta: Sabahattin Eyüboğlu”, Cumhuriyet, 13 Ocak 2021, s.13.

[11] Yeni Ufuklar, Ekim 1965.

[12] Ahmet Özer, “Bedrettin Cömert: 80 Yaşında Gençliğinin Baharında”, Cumhuriyet, 12 Temmuz 2020, s.2.

[13] Cevat Bayrak, “Nesnel Eleştirimizin Öncüsü: Cömert”, Cumhuriyet, 12 Temmuz 2018, s.12.

[14] Özdemir İnce, “Bedrettin Cömert”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2020, s.3.

[15] Turgay Fişekçi, “Piraye ile Nâzım’ın Oğluydu”, Cumhuriyet, 19 Aralık 2012, s.16.

[16] Celal Üster, “Edebiyatın Sportmeni”, Cumhuriyet, 19 Aralık 2012, s.16.

[17] Semih Gümüş, “Memet Fuat’ın Bıraktığı İz”, Cumhuriyet, 19 Aralık 2012, s.16.

[18] Ülkü Tamer, “Memet Fuat’ı Anarken”, Cumhuriyet, 17 Aralık 2011, s.17.

[19] Hikmet Altınkaynak, “Edebiyat Düşünürümüz Memet Fuat”, Cumhuriyet, 24 Aralık 2012, s.13.

[20] Turgay Fişekçi, “İlhan Berk’le Memet Fuat”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2012, s.14.

[21] Yücel Kayıran, “Hümanist Bir Eleştirmen”, Radikal Kitap, Yıl:11, No:613, 14 Aralık 2012, s.14.

[22] Cevat Çapan, “Yaşayan Memet Fuat”, Cumhuriyet, 19 Aralık 2012, s.16.

[23] Konur Ertop, “Doğumunun 95’inci Yıl Dönümünde Memet Fuat…”, Cumhuriyet Kitap, No:1618, 18 Şubat 2021, s.6.

[24] Konur Ertop, “Eleştirmenin Dünyası…”, Cumhuriyet Kitap, No:1609, 17 Aralık 2020, s.10-12.

[25] Memet Fuat, Ölünceye Kadar, Adam Yay., 2003.

[26] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, çev: Adnan Cemgil, Belge Yay., 2011, s.3.

İlginizi Çekebilir

Ragıp Duran: Kürt gazetecileri tutukluyorlar çünkü…
Uğur Güney Subaşı: Baba Gitme!

Öne Çıkanlar