Politik olarak her an her şeyin olabileceği bir sürecin içinde olduğumuz hem bir isteği, hem de bir gerçekliği dile getiriyor. Birbirinin benzeri günleri uzun yıllardır yaşıyoruz. Gözaltılar, işkenceler, tutuklanmalar, sürgünler, yoksullukların oluşturduğu ve bize dayatılan bir hayat var. Bunun değişmesini istiyor, bekliyor ve bunun için mücadele ediyoruz. Bunlardan bağımsız olarak olayların seyri de bu beklentimizi yükseltiyor. Çünkü Türk devletinin baskıları, fütursuzca işlediği cinayetler, emperyal hedefleri ile Ortadoğu’da yer alan, baskı unsuru olan ve belirleyici bir gücü bulunan devletlerin politik hedeflerinin teoriden pratiğe dökülmeye başlaması, bizlere “her an her şeyin olabileceği” düşüncesini egemen kılıyor.
İnsanlar ve bağlı olduğu toplumsal yapılar hem kendi tarihlerinin, hem de kendileri için yazılan tarihlerin öznesi ve nesnesi rolünü oynarlar. Öznellik, insanlar ve toplumlar tarihi yazmak için bir irade gösterdiklerinde belirleyicilik kazanır, nesnellik ise kendi tarihleri yazılırken kendiliğindenci bir karaktere bürünmelerinden kaynaklanır.
PKK öncülüğünde başlayıp gelişen Kürt isyanı, hiç kuşkusuz ilk başta yalanlarla yazılmış tarihe karşı bir öznellik içeriyordu. Kendi tarihlerini yazmak adına bir eylemdi. Onca baskıya, medyanın tüm olanaklarını kullanarak dezenformasyon üretmeye ve yaymaya, hayatları zindana çeviren Türk devletinin her teorik ve pratik eylemine karşı ısrara dayalı mücadele geniş toplumsal kitleleri de içine alarak yaygınlaşıp, süreklileşti. Günümüzde siyasi ve yapabilirlerse fiziki soykırımı da uygulamaya çalışan sömürgeci devletin bu hedefe ulaşması mümkün görünmediği için, tüm politikasını isyanın çıkış amacını çürütmeye, mücadelenin sonuca gitmesini engellemek adına zamana yayarak halkı yorgunluk, pasiflik, bıkmışlık duygusuna doğru yürütmeye çalışmasını öne çıkardığını görmezden gelemeyiz. İsyan eden örgütlü yapıların aynı mücadele hattında kalmasını sağlamak her zaman için isyan edilenin çıkarına hizmet eder. Çünkü mücadelenin bir adım öne gitmesini engellemek, aynı zamanda kendileri açısından bir başarıdır.
Bütünsel olarak baktığımızda sadece Kurdistan’ın dört parçasında değil, neredeyse dünyanın dört bir yanına dağılmış ve örgütlü mücadeleyi öne çıkaran Kurdistan Özgürlük Hareketi’nin bu kadar geniş bir alanda mücadele etmesi kolay değildir. Hızlı ve hemen bir zafer kazanmak isteyenlerin bunca zorluğu da görmesi gerekir. Öyle suya sabuna dokunmadan cengaver olmak da ayrı bir meziyettir. Ayrıca ulusal nitelikteki isyanlarda halkın çoğunluğunun ulusal bilince erişmesi, safını belirlemesi ve sömürgecilikle bağlarını koparması da zamana yayılan bir davranış, bir tercihtir.
Ancak gündemin tıkandığı, tekrara dayalı olarak yaşandığı düşüncesinin geniş kitlelerde yaygınlaşıp, büyümesinin önüne geçilmesi gerekir. Süregiden savaşın hem askeri, hem de siyasala alanda bir üst aşamaya geçememesi durumu bizler açısından tehlikeli bir zemine kaymaktadır. Türk devleti tarafından savaş suçlarını içeren bombaların kullanılması, soykırıma yönelik politikalar ve daha birçok insanlık suçlarının işlenmesi bile kanıksanma düzeyine gelmiştir. Yasal zeminde siyaset üreten partinin politikalarının ve temsiliyet sahiplerinin ne ölçüde halkın taleplerine cevap olabildiği pratiktegörüldü. Böyle dinamik, sorunları ağır olan bir halkı temsil eden bir partinin sözcülerinin halkla beraber sokaklarda olması gerekir, çünkü parlamento politika üretmek ve politik sorunlara çare olabilmek vasfını çoktan yitirdi. Mademki saldırı sokaktadır, o halde direniş de sokakta olmalıdır.
Başta Türk devleti olmak üzere, diğer sömürgeci devletlerin de bir kısır döngüye mahkum olduklarını söylemek abartılı olmaz. Ortak paydalarını Kürtlere olan düşmanlıkları üzerine kurmuş olan ve Kürtler aradan çekildiği takdirde birbirlerine savaş ilan edebilecek bir anlayışa sahip olan bu sömürgeci devletlerin geleceğe dair tüm hesapları Kurdistan özgürlük hareketini imha etmek üzerine kuruludur. Çünkü Kurdistan özgürlük hareketi dışında belirgin bir şekilde sömürgecilere karşı savaşan bir Kurdistani örgütlülük bulunmuyor. Ancak Rusya, ABD, Avrupa devletlerinin çıkarları söz konusu olunca “dört kıtada nal şakırdatan” Türk devletinin hükmü kalmıyor. Türk devlet ricalinin birbiri ardına Güney Kurdistan’a gitmesi, geçmişe baktığımızda sömürgeci devletler ve işbirlikçilerinin ortak saldırılarının olacağını göstermektedir. “Kürtler arasında savaş olmasın” diye yürütülmek istenen çalışmalar değerlidir ama maalesef çok az karşılık bulmaktadır. Adeta “Kırmızı Pazartesi” romanı gibi bir sona doğru gidiyoruz. Hepimiz ne olacağını biliyoruz ama müdahale etmiyor veya edemiyoruz. Hep beraber kendimiz dışında kaybedeni olmayan bir sona doğru gidiyor gibiyiz. Bu durum bu haliyle fazla uzun sürmeyecek. Tarih yerinde sayan değil, sürekli yenilenen ve mücadele edenlerin yazdığı bir eylemliliktir.
Geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran en büyük halk isyanlarından birinin özneleriyiz. Bu yüzyılda da o damganın altına imzamızı atacağız. Çürüyen biz değiliz. Ekonomik ve ahlaki değer kaybına uğrayan da biz değiliz. Bir diktatörün korkusunun büyüttüğü saldırganlığa teslim olmanın utancı da bize ait değildir.
Şimdi tarihin sayfalarını çevirmenin zamanıdır, çünkü geçmişi bilmek geleceğe yön verecektir. Hannibal dağları aşamayacaklarını düşünen komutanlarının sesine kulak vermedi. Diğerleri gibi o dağlara gelip geri dönenlerden olmadı. Tekrara dayalı bir pratik yerine, geleceğe yürüyen bir kararın sahibi oldu.
Sömürgeci devletlerin kanımızı içse doymayacağını bilerek, onların demokratikleşmesini beklemek, bu uğurda güç tüketmek yerine “ya yeni bir yol açalım ya da yeni bir yol yapalım” ve kendi geleceğimize yürüyelim, aksi takdirde tarihe “isyan eden, direnen ama gereklerini yerine getirmediği için kaybeden bir halk: Kürtler” olarak geçeceğiz. Ne yürüyecek, ne de açacak yolumuz olacak.