Ne zaman bugünkü niteliğini kazandığına dair kesin bir bilgi olmamakla birlikte kralların hükümranlığı altında bulunan yerlerde serbest dolaşıma izin veren bir belge ile başladığı kabul edilir. Zaman içinde sınırların hemen hemen kesinlik kazanmasıyla birlikte verilen belgeye fotoğraf ve kişiyi tanıtıcı bilgilerin de eklenmesiyle bugünkü halini aldığı üzerinde hemfikir olunur. Pasaport kelimesi, Fransızca passer ve port anlamına gelen kelimelerin birleşiminden doğmuştur. Yabancı limana gelenlerin, şehri saran surlardan içeri girebilmek için kraldan aldıkları belgeyle hayatımıza giren bu kağıt parçası, bugün hayatımızın bir parçası olarak varlığını koruyor.
Günümüzde bu belge devletin kişi üzerindeki denetimini ve hareket alanını belirlemeyi gösteriyor. Devletlerin bireyler üzerindeki denetimi sürekli artarken ve bireyin özel hayatı kalmazken, bu durumu güvenlik almaktan çok, devletlerin “polis devleti” olarak tanımlanması şeklinde açıklamamız gerekiyor. İktidara egemen sınıfın böylelikle gelişen teknolojiyi toplumsal refah için kullanmak yerine savaşa uygun kullanımı aslında ne kadar gizlenirse gizlensin, sınıfsal korkularını gösteriyor. Bir avuç asalağın toplumsal üretimin büyük bir çoğunluğunu ele geçirerek, geniş toplumsal kesimleri açlığa mahkum etmesi, diğer yandan da görünen veya görünmeyen bir şekilde baskı yönetimi oluşturması, o, çokça inkar ettikleri sınıf ayrımının ve ezilen sınıf tarafından yıkılma korkusunun ne kadar gerçek olduğunu da göstermektedir.
İki dünya savaşından çıkan Avrupa hem çalışan nüfusunun azlığı, hem de “hizmet sektörü” diye adlandırdıkları bedensel çalışmayı kendilerine layık görmedikleri için dışardan işçi alımının önünü açtılar. Öyle ya “Avrupalı olmak”, ancak masa başında çalışmak demekti, “Avrupalı olmak” bir üstünlük nişanesi demekti, geri kalan “ayak işlerini” göçmenler pekala yapabilirlerdi. Böylece “uygarlığın nimetlerinden de yararlanabilirlerdi. 1960’lı yıllarda başlayan Avrupa’ya göç olgusu, Kurdistan’da yoğunluklu olarak işçi göçü görünümde gerçekleşti. 1970’li yıllarda da devam eden işçi göçüne yavaş yavaş politik göçmenler katılmaya başladı. Temel olarak Sovyetler Birliği’nde hayatın bir tür hapishane içerdiği, ordan gelenlere de yeni ve “özgür” bir hayat kurmalarını sağlamak adına işlevli hale getirilen mültecilik kuralları bekledikleri gibi Sovyetlerden gelenler yerine, kimi zaman baskıcı, kimi zaman da diktatoryal bir unsur kazanarak faşist askeri darbelerin yapıldığı ülkelerden gelmeye başladılar.
Böylelikle eski çağlardaki gibi silah zoruyla girilen ülkeler yerine, ekonomik anlaşmalarla ele geçirilen ülkelerde o düzene karşı koyan sosyalist ve demokratların yoğun olduğu bir göçle karşılaştılar. Bir anlamda ektiklerini biçtiler. 1980’li yillarda başlayan politik mültecilik 2010’lu yıllardan sonra beklenmeyen sayılara ulaştı. Türk devletinin açıktan savaş ilan ettiği Kurdistan’da öz yönetim direnişi olarak başlayan, şehirlerin ve ilçelerin yakılıp yıkılmasıyla sonuçlanan katliam zinciri, güney, Rojava ve kimi zaman da doğuyu kapsaması nedeniyle yoğun bir sivil mülteci akınına yol açtı. Türk devletinin Erdoğan’ın ağzından da ifade ettiği gibi, baharın gelmesiyle birlikte bu savaşın daha yoğun, daha geniş bir alana yayılan ve daha çok ölümün olacağını düşünürsek, daha fazla mültecinin geleceğini de görebiliriz.
Böyle zorunluluktan kaynaklanan ve beklenenden fazla gelişen göçleri daha önce gelen ve diaspora oluşturan grup üyelerinin karşılayacak bir altyapıya sahip olması gerekir. Bu açıdan baktığımızda gelen Kürt nüfusunun sayısını bilecek bir çalışmanın olmadığı ortada. Oysa Türk devletinin son yıllarda uyguladığı politikanın böyle bir göç fırtınasına yol açacağını ön görmek gerekirdi. Avrupa’ya dağılan bu göç hakkında bilgimiz yeterli değil. Böylesine yoğun bir sayı ile gelen Kürt mülteciler doğal olarak beklenti içine girecektir. Dilini, yolunu, kurallarını bilmediği bir ülkede sahiplenilmek, aidiyet duygusunun baskisiyla hukuki sorunlarının çözümünü beklemek en doğal beklentisi ve hakkıdır. Bu açıdan baktığımızda Avrupa kurumlarının yeteri kadar çözüm üretememesi, gelecekte karşılaşacağı ve altından kalkmakta zorlanacağı sorunlarla yüzleşmesini de beraberinde getirecektir. Temel sorunlar bellidir: iltica süreçlerinin nasıl bir prosedür izleyeceği, oturum alınmazsa neler olacağı, oturum alınırsa dil eğitimi, ev, iş ve bir hayat kurmanın yollarını öğrenmek. Bunlar ne yazık ki el yordamıyla ilerliyor. Ancak büyük bir kesimi politik olan bu insanlardan yapılan etkinliklere katılınması isteniyor.
Yeterli politik bir yapıya sahip olmayan ama Kurdistanlı olan ve özgürlük mücadelesi ile de bir şekilde ilişkide olan bu gruptan adi suclara kayışlar da olacaktır. Zengin olmak, mafyavari yapılarla ilişkisi kurarak “koseyi dönmek” anlayışının bir süre sonra Avrupa’da son yıllarda gelişen “Kürt özgürlük mücadelesinin haklılığı” birkaç yılda içinde gözle görülecek mafyaya ve adi suçlara kayacak şekilde haksız bir şekilde suçlanabilir. Şimdilik ertelenen bu sorun ileride ağır bir bedel isteyecektir. Üzerinde durulması gereken başka bir nokta da, gelenlerin içinde Türk devletinin düşürdüğü i̇nsanların gerçekliğinin değerlendirilmesidir. Bir daha “üçüncü Paris katliamı”nın yaşanmaması için kurumların üzerine düşeni yapması, sorumluluk gereğidir. Avrupa’da yaşayan Kürt nüfusunun sayısının bilinmesi için bir çalışma yurutulmek zorundadır. Nasıl ki her devlet kendi nüfusunun yurtdışında yaşayanlarını biliyorsa, bizlerin de bunu bilmesi gerekir.
Sonuçta gelen nüfus bir süre sonra eğitimden geçecek ve yaşadıkları toplumda ister işçi, isterse masa çalışanı olsun söz sahibi olacaktır. Yerel yönetimlerden başlayarak görev alacaklardır. Şimdilerde Avrupa’da görmezden gelinen ve Türk devletine karşı savunulmayan Kurdistan özgürlük mücadelesi birkaç yıl sonra gelen bu nüfusun katkısıyla daha da görünür ve daha gür bir sese sahip olacaktır.
Uluslararası bir sorun niteliğini kazanan Kurdistan, uluslararası bir çözüm üzerinden yürüyüşünü sürdürecektir ve yaratılan Avrupa Kurdistanı üstleneceği sorumlulukla emek sahiplerinden biri olacaktır.