“Sanatçı gerçeği yalnızca yansıtmaz,
onu açıklar ve yargılar.
Bunu yaparken de tarafsız kalamaz.”[1]
Pauline Kael’in, “Filmin sonsuz olanakları neredeyse unutuldu, öncüler ve çoğu sinema aşığıyla birlikte sinema da kendinden bir şeyler yitirdi,” notunu düştüğü bir hâlde, hakkında Luis Buñuel’in, “Sinema, duygular, düşler ve içgüdü dünyalarını anlatmak için en iyi araçtır”…
Roman Polanski’nin, “Sinema size bir salonda oturmakta olduğunuzu unutturmalıdır”…
Jacques Tati’nin, “Ben istiyorum ki; film, siz sinema salonunu terk ettikten sonra başlasın”…
- İ. Lenin’in, “Sinema tüm sanatların içinde bizim için en önemli olanıdır,” uyarılarıyla -olması gereken- sinemanın öneminin altını bir kez daha çizdiklerini unutmamalıyız; özellikle de 28 Mart 2019 gecesi yitirdiğimiz Agnès Varda’yı anarken…
* * * * *
O Fransız Yeni Dalgası’nın önemli bir yönetmeni; daha doğrusu önce fotoğrafçı, sonra filmciydi…
Bizi kaç yaşında bırakıp giderse gitsin, gidişiyle şok etkisi yaratacak insandı; ‘Cléo’nun harika yönetmeniydi;[2] çok güzel anlatandı; ilerlemiş yaşına rağmen, hatta son nefesine dek -Godard kadar olmasa da- aktif şekilde sinemayla ilgilenen bir sinema dehasıydı…
90 yaşında hayatını kaybeden Agnès Varda, Yeni Dalga akımının tek kadın yönetmeniydi
1999’da çektiği belgesel ‘Les Glaneurs et la Glaneuse/ Toplayıcılar’ kariyerinin önemli filmlerinden biri oldu. Bir dijital kamera ile toplayıcılık kavramının çevresinde yaptığı geniş tur, onun duyarlı ve sorumlu kimliğini açığa çıkartıyordu. Film hem eleştirmenler hem de seyirci tarafından beğenildi. İki yıl sonra filmin devamı geldi: İki Yıl sonra…
Profesyonel fotoğrafçı, enstalasyon sanatçısı Agnès Varda, Yeni Dalga’nın öncüsü olduğu zaman ona yakıştırılan, büyükanne, vaftiz annesi gibi lakaplardan hiç haz etmemişti. “Bana Yeni Dalga’nın Atası dediklerinde 30 yaşındaydım,” diye yakınacaktı. Üstelik hepsi erkek olan yol arkadaşları ondan olsun olsun 2-3 yaş küçüktü. Eric Rohmer ve Alain Resnais ise 7-8 yaş büyüktüler. Hatta ilk filminin kurgusunu Resnais yapmış, genç hevesliye hamilik de etmişti.
Varda “La Pointe Courte/ Paralel Yaşamlar”ı (1954) çekmeden önce, çok az film gördüğünü söylüyor. “Belki de yaptıklarım için gerekli olan naiflik ve cürete böyle sahip oldum.” Aslında, kendi inancını, tarzını kollayan bir yönetmen oldu hep. Sübjektif olmaktan hiç vazgeçmedi.
İlk filmini ailesinden kalan bir miras ve arkadaşların verdiği borçlarla, normal bir Fransız filminin onda biri bütçeyle, kendi minik şirketi Ciné-Tamaris adına yapan Agnès Varda’nın profesyonel eğitimi yoktu, Fransız film sanayi üyelik kartını da çok sonra alacaktı.
İlk filminden bu yana da sinemanın içinde, hâlâ aşkla çalışıyor.
O, Yeni Dalga’nın kuruluşunda yer alan diğer yönetmenlerin aksine aktif sinemaya geçmeden önce eleştirmen değildi, ‘Cahier du Cinèma’da yazmamıştı. Zaten formal sinema eğitimi de yoktu.[3]
Ama O, tutkuyla ve ısrarıyla kendini ve sinemasını, yani Agnès Varda’yı var etti…
* * * * *
30 Mayıs 1928’de Belçika’da dünyaya gelen Agnès Varda’nın babası Anadolu göçmeni bir Rum, annesi ise Fransız idi. Genç yaşta Paris’e giden ve burada Jean Vilar yönetimindeki Théâtre National Populaire’de çalışmaya başlayan Varda bu sıralarda fotoğrafa merak saldı. 1954 yılında başrollerini Philippe Noiret ile Silvia Monfort’un oynadığı ilk filmi “Pointe Courte”u çektiğinde montaj masasında o yıllarda adı yeni yeni duyulmaya başlanan bir başka sinema devi, Alain Resnais oturuyordu. Belçika Sinema Dergisi’nde (Revue belge du cinema) bu amatör nitelikli film için “Yeni bir sinemanın tohumları atılıyor” nitelemesi yapılacaktı. Bir anlamda Godard, Resnais, Truffaut gibi isimlerden yıllar önce Yeni Dalga’nın ateşini yakıyordu Varda.
İleriki yıllarda hayatını birleştireceği Jacques Demy ile 1958’de bir festivalde tanışan Varda ona asıl ününü getirecek ve Yeni Dalga’da önemli bir figür hâline gelmesine yol açacak olan “Cléo de 5 a 7/ 5’ten 7’ye Cléo”yu 1961’de çekti. 60’lı yıllar boyunca kısası uzunu, belgeseli kurmacası birçok filme imza atan Varda bir yandan da Alain Resnais, Chris Marker, Jacques Demy gibi isimlerle birlikte ‘Sol Yaka/ Rive Gauche’ olarak anılacak küçük bir grubun da üyesi olarak bilinecekti. Tahmin edileceği gibi Seine’in sol yakasına atıf yapan bu grup bir yandan da onların politik duruşlarını tarif ediyordu.
Feminist tavrıyla da öne çıkıp, bu alanda eylemcilikten geri durmayan Agnès Varda 1971’de “343’lerin Manifestosu” olarak bilinen ve kürtajın yasallaşmasını talep eden bildiriye imza attı. 1976’da çektiği ‘L’une Chante, L’autre Pas/ Biri Şarkı Söylüyor, Diğerleri Değil’ başlıklı müzikal filminde de yine 60’lı 70’li yıllarda kadınların özgürleşmesini işleyecekti.
1965’te ‘Le Bonheur/ Mutluluk’ filmiyle Louis Delluc ödülünü alan Varda, 1985’te de “Sans Toit Ni Loi/ Yersiz Yurtsuz” filmiyle Venedik Film Festivali’nde ‘Altın Aslan’ ödülünü kazandı. Varda 2015’te de Cannes Film Festivali’nde Onur Ödülü (Palme d’honneur) alan ilk kadın sinemacı olarak tarihe geçti. 2017’de ise bu kez Onur Oscar’ı alarak Akademi tarafından taltif edildi.
Fransız Yeni Dalga’sının annesi ya da büyükannesi olarak anılan Varda yıllar sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide ilk filmi için şunları söylemişti: “İlk filmimi yaptığım zaman sinema dünyasının dışından biriydim, kimseyi tanımıyordum ve hatta film bile izlemiyordum. Yani sinemayı yoktan icat etmem gerekmişti ve bunu da çok az bir parayla yapmıştım. Ama yapmak istediğim şey buydu, onu biliyordum.”[4]
Çift renkli saçları, insanın hafızasından silinmeyecek gülümsemesi ve beyazperdenin tarihine geçen filmleriyle Agnès Varda sinemanın ta kendisiydi sanki…
* * * * *
Özetle: “Gerçek insanları bütün gerçekliğiyle anlatmak için kamerasını alıp sokaklara çıkan; döneminin geleneksel sinemasının bütün kurallarını reddeden, zaman kavramını eğip büken, ünlü film starları yerine amatör oyuncularla çalışmayı seçen” O; “Döneminin sinema klişelerini reddettiği gibi erkek egemenliğini de reddeden”di. “Politik sinemaya yakın duruşu, eril sinemaya olan eleştirel tavrı, sanat dallarını ustalıkla birleştirmesi, ses ve renk kullanımındaki ustalığı ile en önemli yönetmenlerden biri”ydi.[5]
Sinemanın tüm araçlarını benzersiz bir yaratıcılıkla kullanan Agnès Varda, “İnanılmaz çeşitlilikte ve zenginlikte bir filmografiye ve sürekli kendini yenileyen bir enerjiye ve yaratıcılığa sahiptir. Geliştirdiği sineyazı/ cinécriture kuramıyla çektiği filmler resim, fotoğraf, enstalasyon ve edebiyatı bir araya getiren disiplinlerarası çalışmalardır.
Dürüstlük Agnès Varda’nın pek çok erdeminden biridir. 60 yıl sonra yönetmen olarak vardığı noktayı nükteli yaklaşımıyla şöyle özetler: ‘Gençken film izlemezdim. Aptal ve naiftim. Belki çok film izlemiş olsam film yapmaya kalkmazdım; bana engel olurdu. Tamamen özgür, çılgın ve masum olarak işe başladım. Bugüne dek çok film izledim ve çok güzel filmler izledim. Filmlerimin belli bir kaliteyi tutturmasına özen gösteriyorum. Reklam çekmem, başkalarının hazırladığı projeleri gerçekleştirmem. Star sistemine dahil olmam. Kendi küçük işimi yaparım’…” [6]
Kendisini “yaratıcı-tanık” olarak tanımlayan, sürekli kendini yenileyen bir enerjiye sahip “Agnès Varda’ya göre, ‘Bir imajı resmedebilmek için onu kendi gerçekliğinden çıkarmak gerekmektedir.’ Kendi realitesinden dışarı çıkan bir durum başka bir realiteye daha rahat büründürülebilir. Böylece boyut yeni bir anlam kazanır. İşte bu hayalciliğe Agnes Varda’nın yeni realizmi diyebiliriz.”[7]
Ve nihayet gerek kurmaca gerek belgesel filmleriyle tüm zamanların tartışmasız en büyük sinemacılarından biri olan Agnès Varda’yı daha çok sinemacı kimliğiyle tanısak da, onu belirli bir sanat dalına sıkıştırmak mümkün değil.
Pek çok Fransız Yeni Dalga yönetmeni gibi, Varda da kamerayı bir “kalem olarak” kullanan “auteur teorisi”nden etkilenmişti. O, bir filme katkıda bulunan sinematograf, senaryo yazarı, yönetmen gibi rolleri ayırmak yerine, tüm rollerin daha uyumlu bir bütün oluşturması için aynı anda birlikte çalışması gerektiğine ve filmin tüm öğelerinin mesajına katkıda bulunması gerektiğine inanıyordu.
Onu yeterince anlamak için mutlaka izlemeniz gereken beş filmi ise, i) Sans toit ni loi (Yersiz Yurtsuz/ Vagabond, 1985); ii) Les glaneurs et la glaneuse (Toplayıcılar/ The Gleaners & I, 2000); iii) Cléo de 5 à 7 (Cléo Beşten Yediye/ Cleo from 5 to 7, 1962); iv) La Pointe Courte (Paralel Yaşamlar, 1955); v) Le Bonheur (Mutluluk, 1965)’dür…
N O T L A R
[*] Ümüş Eylül Kültür-Sanat Dergisi, No:36, Temmuz-Ağustos-Eylül 2020…
[1] Nikolay Gavriloviç Çernişevski.
[2] ‘5’ten 7’ye Cléo’ Fransız Yeni Dalga akımının en önemli filmlerinden kabul edilir. Genç ve güzel şarkıcı Cléo’nun kanser olduğunu öğrendikten sonraki iki saatini anlatan film, izleyiciyi güzelliğin ve aşkın ölüm karşısındaki kırılganlıklarıyla yüzleştirir.
[3] Sevin Okyay, “Agnès’in Define Sandığı”, Birgün, 19 Mart 2019, s.15.
[4] Emrah Kolukısa, “Yönetmen Agnes Varda 90 Yaşında Kanserden Hayata Veda Etti”, Cumhuriyet, 30 Mart 2019, s.15.
[5] İlayda Bıyıklı, “Yönetmen Sineması: Agnès Varda”, 19 Ocak, 2019… http://www.cinerituel.com/2019/01/yonetmen-sinemasi-agnes-varda.html
[6] Alin Taşçıyan, “Çok Güzel Filmlerin Var, Biliyor musun Agnès Varda?”, 29 Mart 2019… http://www.sanatatak.com/view/cok-guzel-filmlerin-var-biliyor-musun-agnes-varda
[7] Bahar Elif Akyuz, “Belgesel Tanrıçası, Hocam, Agnès Varda’nın Öldüğünü Duymak”, 29 Mart 2019… https://www.dijitalx.com/2019/03/29/belgesel-tanricasi-hocam-agnes-vardanin-oldugunu-duymak/