Belirli bir isim altında toplamak güç: İslamcılar, dinciler, dindarlar… Okunduğunda aynı görünen ama incelendiğinde aralarında uçurumlar oluşan bir yapı bu. Dinler genel anlamıyla ezilenlerin kurtuluşunu müjdeler ve herkesin “yaradan”ın önünde eşit olduğunu söyler, ancak süreç içinde bütün dinlerde iktidar merkezi oluştuğunda bir çeşit sınıflar oluşur. Bir çok dini anlayışta olduğu gibi, islam dininde de buna benzer bir iktidar anlayisi ve uygulamada farklılıklar oluşmuştur.
“Hangi İslam” sorusunun yanıtı da net değildir? Geniş bir coğrafyaya yayılan ve yorumlara dayalı olarak gelişen islam anlayışı beraberinde mezhepler, yorumlar ve bunlara bağlı olarak da uygulama farklılığı getirmiş, hem “Allah’ın dinini” kabul etmeyenlere hem de kendi içlerinde aykırı düşenlere islamın gerçek savunucusu olduğunu iddia edenler tarafından şiddet ve ölümlere varan pratik eylemler gerçekleştirilmiştir. Bu durum karşısında “Allah, kitap ve peygamber bir ise, neden bu kadar farklı yorumlar getiriliyor?” sorusunu sorup konumuza geri dönelim.
TC’nin kuruluşu ile beraber “laik” olduğunu iddia eden yeni yöneticileri her şeye kendi anlayışlarına göre bir çeki düzen vermek gerektiğini düşündükleri için dini düşünce ve örgütlenmeleri de kendi denetimleri altına alıp kendi fikirlerinin doğrultusunda bir yorum getirdiler. Başkaları tarafından “Hıyanet İşleri Başkanlığı” olarak anılan Diyanet İşleri Başkanlığı kurumu altında Kemalist bir yoruma dayalı din örgütlemeye çalıştılar.
Böylece diğer örgütlenmeleri yeraltına ittiler. Dindarlar ve dinciler görünür olmaktan kaçınarak kendi ağlarını örmeye başladılar. Elbette devlet gerçek anlamda dini inancı veya örgütlemeyi söküp atmaya niyetli değildi, böyle bir durumda karşılaşacağı iki büyük sorun vardı:
1- Din sökülüp atılırsa yerine neyin konacağını bilemiyorlardı,
2- Yeraltına inen dini örgütlenmelerin denetlenmesi çok daha zordu.
Bu nedenle yasaklar görünüp yasaklamadılar, ünlü deyimle (kalbi Ali söyler, dili Muaviye) türünden durumu kurtarmaya çalıştılar, bir anlamda devletin imajini “laik” diye kabul ettirmeye yoğunlaştılar. Böylece Türk ve sunni anlayışa dayalı “laik” devlet ortaya çıktı.
Uzun süre yeraltında kurslar, yardım dernekleri, camiler gibi kurumlar aracılığıyla örgütlendiler, bu süreçte de resmi dini anlayışa karşı çıkarak “Kemalizmin din düşmanlığı” oldugunu yayarak örgütlendiler. Birçok yerde diyanet imamlarının arkasında namaz kılınmadı, çünkü dinen caiz değildi. Kendi içlerinde bölünerek, dini yorumlayarak büyüyen ve ayrılaşan bu grupların içinde de F. Gülen grubu olduğu gibi başka grupların varlığı da oldu. Adım adım bütün bürokrasiyi ellerine geçirmelerini düşünmelerini sağlayan tek yanılgıları şuydu: TC bir çok yönden muz cumhuriyetine benzer yönetim şekli sergilese bile uzman olduğu üç şey vardı:
1- Fişleme,
2- Soykırım,
3- Zulüm düzenini kurmak ve her türlü hile ile sürdürmek.
Bu nedenle sadece, Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Aleviler ve devrimciler değil, hemen hemen herkesin fişlendiği ve devlet merkezini eline geçiren gücün kendisi dışında herkese, “cevri” zulümden öteye uyguladığı bilinmelidir. Bir örnekle hatırlatmak isterim: Bütün bürokrasiyi ellerine geçirdiklerini sanmalarına rağmen 25 Ağustos 2004 MGK toplantısında alınan kararla F. Gülen grubunun tasfiye edilmesi kararının altında A. Gül ve R.T. Erdoğan’ın imzası olduğunu unutmamak gerekir. Sadece bu değil bütün cemaatlerin de denetim altına alınması kararının olduğu da akılda tutulmalıdır. Kolayca anlaşılabilirki bunlar da yeri ve zamanı geldiğinde devletin merkezini eline geçirecek olan gücün ayni zulmü kendilerine uygulayacağını yaşayarak görecekler, tıpkı “hocaefendi” denilerek salyalı mendillerinin bile öpülüp başa konulan Gülencilerin birdenbire yaşadığı gibi.
Şimdi ellerinde bulunan para, güç ve devlet bürokrasisinin büyülü pelerini üstlerinden kaldırılınca birdenbire ne kadar da ahlaksız, yalancı, dini inancı kul-yaradan ilişkisinden uzak olarak yaşadıklarını işkencehanelerde, zindanlarda ve sürgünlerde öğreneceklerdir ama tıpkı Gülenciler gibi insanlık vicdanından uzak oldukları için ne kendi haklarını ne de başka zulüm görenlerin haklarını savunacak, mücadele edeceklerdir.
Bilinen bir gerçekliktir: Erdoğan iktidari geniş yığınlardan görünür ve görünmez silahlı milis grupları oluşturmuştur kendisine. Bunlardan görünenleri bekçiler, polisler, görünmeyenleri parali cihadcilar ve dini gruplardan oluşanlardır. İktidarı kaybetmenin son noktasında elbette silaha sarılacaklardır.
Erdoğan’dan sonra bu yapıların gelecek dönemde bu sefer TC’nin ilk yılları gibi baskı görerek dağılmak yerine toplumlara yaşattıkları zulüm ve yoksulluğu, toplumların unutmayacak olması nedeniyle bir çoğu dağılacak, geriye küçük örgütlenmeler kalacaktır.
Ancak bir daha iktidar olmak gibi bir olanakları olmayacaktır. Tıpkı Kemalistler gibi. Çünkü hayat bir daha bu yapılara ikinci şansı vermeyecek, tarihin çöp sepetine atılacaklardır.