Dersim’de bir bölgeye karakol yapılacak olmuş. Halk tabii direnmiş günlerce ama bir noktada direnişi bırakmak zorunda kalmışlar. Kepçe gelmiş bütün halk oradayken ve toprağı kazmaya başlamış, ancak bir süre sonra topraktan kıpkırmızı bir şeyler akmaya başlamış.
Kepçe vurdukça toprak adeta kanıyormuş. O sırada oranın dedelerinin birinin gözünde yaşlarla ağladığını fark etmişler. Haliyle büyük bir merakla neler olduğunu, neden ağladığını sormuşlar dedeye, dede de anlatmaya başlamış; Ermeni geleneğinde her çocuk doğduğunda birkaç küp şarap gömülürmüş toprağa ve çocuk büyüyüp evlendiğinde o yaklaşık 20 yıllık şaraplar topraktan çıkarılarak büyük bir keyifle düğünde içilirmiş.
Topraktan sızan kırmızı sıvı işte o şaraplara aitmiş. Aslına bakarsınız bizim hazin hikayemiz, necip ittihatçılarımızın Balkanlardan öle öle, “öldürüle öldürüle” kovulmuş olmalarının derin acısını ve dinmeyen hırsını kadim Anadolu coğrafyasını gerek sosyo-ekonomik gerekse de sosyo-kültürel açıdan pür Müslümanlaştırmakla ve tabii Türkleştirmekle dindirmeye kalkışırlarken onların aksine bu toprakların suyuna, havasına, kültürüne ve insanına son derece aşina olan Hristiyan yerli halkı yaşlarına, cinsiyetlerine, suçlarına ya da suçsuz olduklarına bakmaksızın kitleler halinde ölüm yolculuğuna çıkarmış olmalarıyla başlamıştı.
Yaklaşık 1 milyon Osmanlı Ermenisi topraklarının altında mürüvvet şaraplarını, üstündeyse içerisinden piyano seslerinin eksik olmadığı evlerini, barklarını, yerlerini, yurtlarını ve her şeyden acısı da “hayatlarını” geride bırakmak zorunda kalarak hiç bilmedikleri, kuvvetle muhtemeldir ki bilmek de istemeyecekleri çöle bulanmış o korkunç belirsizliğe doğru hunharca sürüklendiler. Çoğunluğu kadınlardan, yaşlılardan ve çocuklardan oluşan Ermeni kafilelerinin tamamına yakını bu ölüm yolculuğunun sonunu göremeden hayatlarını kaybettiler.
Ya yolda saldıra uğrayarak vahşice öldürüldüler, ya da dayanamayıp ölümü seçtiler. Onlardan kalan değerli malları ve arazileri “huzur hakkı” misali ittihatçıların ileri gelenleriyle yerel eşraf kendi aralarında bir çırpıda paylaşıverdiler. Böylece Kurtuluş Savaşı’nda kutsal ve haklı bir kavganın paydaşları olacak Türklerle Kürtlerin bu ilk büyük ortaklığı ne yazık ki böylesi bir günahın, böylesi bir suçun ve böylesi bir ayıbın “ganimetlerini” hiçbir utanma sıkılma ya da suçluluk duygusu hissetmeden kendi aralarında bölüşmeleriyle başlamış oldu.
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla birlikte zamanında ittihatçıların B kadrosunu oluşturmuş Kemalistlerin bu toprakların sadece Müslümanlaştırılmasıyla yetinmeyecekleri; aynı zamanda pür Türkleştirilmesi ve sınıfsızlaştırılması için de tıpkı geçmişte olduğu gibi hiçbir katliamdan, hiçbir suçtan ve günahtan çekinmeyecekleri anlaşıldığı için Kürtler açısından zamanında Ermenilerin canları ve malları üzerinden kurulan bu “ganimet” ortaklığı Takrir-i Sükun Kanunu’nun hayata geçtiği 1925’lerden itibaren hızla bozulmaya başlandı.
Bozulmakla da kalmadı, genç cumhuriyet rejiminin yeni Ermenileri Kürtler oldu! Bu tehlikeli motivasyonla tıpkı Ermenileri olduğu gibi hayatlarına, hayallerine, özgürlüklerine arsızca el koyarak kuytu köşelerde “bağıra çağıra” katlettiler memleket Kürtlerini. 1915 boyutunda olmasa bile onları da evlerinden, barklarından hayasızca toplayarak bu sefer batı’ya doğru uzun ama dönüşü olmayan yolculuklara, yalnızlıklara mecbur ettiler. İşte her kepçe darbesinde toprağın için için kanaması karşısında Dersimli dedenin gözyaşlarına hakim olamamasının sebeb-i hikmeti, Kemalist cumhuriyetin “tek ırk” projesinin en yeni kurbanlarıyla, ittihatçı Osmanlı’nın “tek din” projesinin en eski kurbanları arasındaki kan ve kader bağının toprağa gizlenmiş, demlenmiş bu mürüvvet şarapları üzerinden kurulmuş olmasıdır.
Her ne kadar topraktan sızan o kırmızı sıvı sadece Ermenilere ait şaraplara ait olsa da, toprağın üzerine düşen başka bir “kırmızı sıvı” yıllar boyunca “eşit yurttaşlık” temelinde insanca, insana yakışır bir yaşamın kavgasını verirlerken göz göre göre öldürülen, katledilen her iki kadim millete ait olmuştur.
Öyle anlaşılıyor ki bizim hikayemizi içinden çıkılmaz kılan da üzerinde yaşadığımız kara parçasının altının da üstünün de bu “kırmızı” hüzünden ya da acıdan geçilmeyişi oluşudur. 1915 soykırımı ve Dersim Harekatı kurbanlarının anısına…
/Not: Baştaki hikaye için Ömer Erciyes’e sonsuz teşekkürler./