Kendimi ıssız bir adadaymışım gibi hissediyorum.
Robinson Crusoe yaklaşık yirmi beş yılını tek başına insanın olmadığı bir adada geçirir. İnsanın olmadığı ama vahşi hayvanlarla dolu bir yerde sadece hayata tutunma gayesi olan bir genç, ıssız bir adada yaşar. İnsansız bir yer elbetteki ıssızdır; ancak insanın olduğu yerde ıssızlık yoktur, içinde bulunduğumuz zaman dilimi, vahşi hayvanlara karşı değil, insanın insana karşı vahşice savaştığı bir yaşama dönüştü.
Ben, insanlardan uzaklaştıkça, Crusoe’nin iç dünyasını anlayabiliyorum. İnsanlar arasındayken sahteliğin baskın figürü beni daha çok yalnızlaştırıyor, ama uzaklaştıkça bir parça ıssızlığın rahatlığını buluyorum.
İnsanın insana muhtaç olduğu bir devir kalmadı, Müspet anlamda kullanılan bu ifade yerini merhem sürmekten çok yaraya bıraktı. İnsanlardan uzaklaşmanın sebebi muhtaçlığı engellemektir. Yakınlaştıkça bu muhtaçlıkta artar, artıkça; ya var olan yarayı kanatır ya da yeni yaralar açar. Tuhaflıklarla dolu olan yeni bir ilişki ağına denk geldik.
Yaşadıkça Dünya’nın garipliklerle dolu olduğunu öğreniyorum. Bu gariplik kimi zaman canımı acıtır, insan olarak etkilenirim. Bazen etkisinden çıkamam. Kara enkazlarla dolu olan yüreğime zifir katar, bu durum kalemime yansır. Birden fazla zorlu hayatı yaşayanlar konuşmanın gereksizliğini bilir belki… Mütevazilik değildir bunun adı; yıpranmışlıktır, yorgunluktur, aynı sahneleri tekrar yaşamamak için bir kaçış ve direniştir. Bu yüzden onların yüreğine dokunmaya çalıştığınızda, çoğu zaman soğuk tepkiler alırsınız. Hayatının farklı dönemlerinde başka yaşamları sürdürmek zorunda kalanlar, yazdıklarımı daha iyi anlayacaktır.
Yaş aldıkça Dünya; iğrenç simalara, sahte tavırlara ve aldatmaların meşru görüldüğü bir zamana tanık oldu. Hiçbir toplum bu kadar hızlı değişime alışkın değildir, bu denli absürt değişimlerin görüldüğü yerde davranışlar bulaşıcı olur. Sadece hastalıklar bulaşıcı değildir; alçaklık, kaypaklık, düzenbazlık ve korkaklık gibi kavramlar da bulaşıcıdır. Virüsten daha hızlı yayılan bu durum henüz görülmemiş bir cennetin, cehennemini yaşağımız bir yeri haline geldi. Benim yaşadığım cehennem ise toplumun yaşadığından ek olarak içimde diri tuttuğum farklı bir cehennem boyutu. Sadece gördüklerime yakınmıyorum, yaşadıklarımada yakınıyorum… Modern çağ içinde; yalnızlığımın, çoğu insanın yalnızlığından daha derin olduğunu biliyorum, gözle görülmeyecek ve hissedilmeyecek kadar derin bir yalnızlık… Bu yüzden yazının başında o tasviri kullandım.
Fournier, Tek Yalnız Ben Değilim isimli yoğun melankoli barındıran kitabında şu saptamayı yapar: ‘’Edebiyat olmasaydı, yalnız kaldığında bir insanın neler düşündüğünü hiçbir zaman öğrenemeyecektik.’’
Bu tespit, insanlar arasındayken kusmaktan bıkanların kaleme sarıldığı bir vaziyeti ifade ediyor. Hüzün kokan edebi yazılar, yazan için daha yoğun anlamlar barındırsa da okuyanların duygularına tercüman olma görevi görüyor.
Yazmak, sadece yalnızlığımda sığındığım tek dal değil, benimle bütünleşmiş bir şey. Bir vücudun yapısını tamamlayan organlar gibi, hatta en başat organı. Edebiyat sayesinde böyle bir organımızın farkına varıyoruz. Yazı, duygularda oluşmuş cehennemi dışa vurmayı sağlayan bir araç.
Eski edebiyatçıların hüzünlü yazılarında insanları betimlerken vurguladıkları aynı sıradanlık, aynı tavırlar, aynı aldatmalar gibi temalar artık yerini yeni kavramlara bıraktı. üzerinde durulan farklı mefhumların kaynağı, değişen insan tipidir. Bu değişimlerin yarattığı sonuçlar, bağımsız yazarların kaleminede en keskin biçimiyle yansır.
Aşağılık bir toplumuz artık, vampirlere benziyoruz farkında mısınız? Hatta vampirler bile birbirlerinin kanını içmezler. İnsan denen yaratık, birbirinin kanını keyifle içmenin yanında zevkle etini ve hatta çatırdayarak kemiklerini yemeye başladı…
İyi kusmalar demiş, Bukowski.
/gokhanyavuzel.com/