Doğup büyüdüğü Louisville Kentucky’de üzerinde ışıltılı olimpiyat ceketi ve altın madalyasıyla bir lokantaya yemek yemek için giden 1960 Roma Olimpiyatları’nın altın madalyalı genç şampiyonu Cassius Clay, kendisine doğru öfkeli adımlarla yaklaşan lokantanın sahibi bir beyaz tarafından “Senin türüne hizmet yok evlat!” uyarısıyla karşılanınca; ülkesine gönülden bağlı genç bir Cassius Clay olarak sadece yemek yemek için girdiği o “ırkçı” lokantanın kapısından, ülkesiyle arasındaki tüm duygusal bağları kopardığı öfkeli, olgun bir Muhammed Ali olarak ayrılır. Ve hemen soluğu şehirde bulunan bir nehirde alarak Roma’da büyük bir azimle kazandığı ve tabii gururla taşıdığı altın madalyasını hiç düşünmeden nehrin soğuk ve karanlık sularına doğru fırlatır.
Aslına bakılırsa hem genç Clay’in hem de kendisiyle aynı sakıncalı ten rengine sahip diğer “olağan şüpheli” yurttaşların uğramış olduğu bu türden vahşi ayrımlar ve ötekileştirmeler, o dönemlerin demokrat veya cumhuriyetçi fark etmeksizin tüm başkanları ve tabii kahir ekseriyeti Amerikan halkı açısından son derece doğal karşılanan oldukça sıradan, rutin hadiselerdi.
Zira o verimli topraklarda asırlardır beyazlarla birlikte yaşayan siyahi köle torunları hem toplum hem de devlet nazarında zorla da olsa bir şekilde görülmeyi başarsalar da; seslerinin, isyanlarının, dileklerinin, hayallerinin, acılarının ve tıpkı Clay’in kazandığı gibi sükseli başarılarının beyazlar tarafından duyulmasını asla başaramıyorlardı!
Başaramadıkları her gün, her saat, her dakika, tıpkı ideal evliliklerde olduğu gibi kederde ve sevinçte, tasada ve kıvançta bir arada olunmasıyla tanımlanabilecek o meşhur “vatandaşlık bağı”nı her seferinde biraz daha, biraz daha, biraz daha gevşeterek hem doğdukları ve doydukları ülkeleriyle, hem de yan yana, omuz omuza birlikte yaşamanın hayalini kurdukları kadim komşularıyla, hemşehrileriyle aralarına belki de hiçbir hal ve şartta kapanmayacak büyük mesafeler bırakıyorlardı.
Zaman zaman, özellikle de beyaz polisler eliyle, ırkçılık hastalığı yeniden hortluyor olsa da, bugünün Amerika Birleşik Devletleri sınırları içerisinde hizmet veren tüm lokantalar diline, dinine, ırkına, ve tabii teninin rengine bakmaksızın her “türe” açık olarak hizmet vermektedirler artık.
Ancak tüm bu insani, olumlu gelişmelere rağmen günümüzün siyahi Amerikalıları yıllar boyunca ilmek ilmek gevşettikleri o vatandaşlık bağını yine de gevşetmeye devam ediyorlar mı, yoksa usul usul da olsa artık sıkılaştırmaya başladılar mı, hani Amerika’da yaşamadığım için onların ruh hallerini, bu konudaki tasarruflarının ne olduğunu doğal olarak bilemiyorum.
Ama, 60’ların Louisville Kentucky’sinde yaşanan o iğrenç türcülüğün, ülkenin en gözde sporcularından birisine dahi gösterilmekten sakınılmayan o korkunç ayrımcılığın, 20’lerin, 30’ların, 40’ların, 60’ların, 80’lerin, 2000’lerin, yetmedi 2010’ların Türkiye’sinin her yanında bu toprakların “siyahileri” sayılan Kürtlere karşı, üstelik sadece lokantalarda da değil, başta siyaset arenası olmak üzere hayatın hemen hemen her alanında gösterilmeye devam edildiğini gayet iyi biliyorum, görüyorum, Kürt olmasam da tüm hücrelerimle hissediyorum.
Yoksa derdini dağda değil, ısrarla ovada anlatmak isteyen tüm muhalif Kürtlerin, hukukun ırzına geçilerek, memleket hapishanelerinde yıllardır rehin olarak tutulmalarına karşın içerisinde bazı İslamcıların da olduğu beyaz Türklerin söz konusu bu adaletsizliğe, vicdansızlığa ve pişkinliğe hiçbir şekilde tepki göstermemelerini; tepki göstermedikleri gibi de ortaya koyduğu çelikten irade ile giderek Kürtlerin Mandela’sı haline dönüşen Selahattin Demirtaş’a 60’ların ırkçı Kentucky’sini hatırlatan türden “Senin türüne siyaset yok evlat!” denilmesini hiçbir hal ve şartta açıklayamayız.
İşte Türklerle Kürtlerin kederde ve sevinçte, tasada ve kıvançta bir arada olmaları önündeki en büyük engel, Türklerin Kürtlere karşı göstermiş olduğu bu rezil ayrımcılıktır. Kürtlerin, arkasını devlet ideolojisine dayamış hakim Türkler tarafından ısrar ve inatla ötekileştirilmesidir, dışlanmasıdır, aşağılanmasıdır.
Türkler, Kürtlere böyle davranmaya devam ettikleri müddetçe yazı boyunca sık sık atıfta bulunduğum o “vatandaşlık bağı”nın bir daha hiçbir zaman sıkılaştırılmadan kökünden kesilmesi, yıllardır “yok sayılmaya” isyan “yok edilmesi”, görmezden gelinmesi içten bile değildir.
İki kadim halk arasındaki bu olası ebedi kopuşu, bu ülkeyi yönetenlerin, ya da yönettiklerini zannedenlerin, bir an önce akıllarını başlarına devşirmeleri ve hukuka dönmeleri önler ancak.
Bu topraklarda beklenen adaletin tesisi bir türlü gerçekleşmezse eğer, başta Demirtaş başkan olmak üzere an itibariyle demir parmaklıkların ardına mahkum edilen tüm Kürtler ileride bir bir serbest bırakılsalar dahi, sizi temin ederim ki, o bağla kendilerini toplu halde boğarlar ama yine de kendilerini bu topraklara, Türk komşularına, arkadaşlarına ve hatta hısımlarına bağlayan o vatandaşlık bağını yeniden sıkılaştırmazlar. Asla yapmazlar bunu. Asla…
/Eylül 2021, Adana/