Savaş ve ahlak kavramları, birbirlerine karşı görünen ama birbirlerini etkileyen, birbirlerinin hareket alanlarını ve amaçlarını -kimi zaman- belirleyen tanımsallığa sahiptirler.
Savaşın sadece yıkıcı özelliği yoktur, aynı zamanda yapıcı özelliğe de sahiptir. Yıktığı toplumsal zeminin ekonomi politiğini yeniden kurar. Bazen dönemsel olarak barışın gündeme oturması gerçekleşir, çünkü savaşın yıkıcı özelliği ile yüzleşilmiştir. Ancak ardından savaşın yapıcılığı gündeme gelir: yeni toplumsal normlar belirir. Bir yandan savaşın bir önceki yıkıcılığı dışlanırken, diğer yandan da barış adı altında toplumsallık oluşturulur. Gerçek anlamda bir barış dünya tarihinde yoktur. Onurlu, herkesin kazanacağı, eşit ve adil bir barış yoktur. Barış denilen olgu, taraflardan birinin yenilgisinin adıdır. Zulmün kısmen ve geçici olarak durdurulmasıdır.
Ahlak, insan zihninin ürettiği tüm sistem ve fikirler gibi i̇nsanların içinde yer aldıkları ekonomik düzenlemeler tarafından koşullanır. Bu bağlamda ezeli-ebedi, mutlaklık taşıyan değer ve ilkelerden oluşan bir ahlak anlayışı yoktur. Üretim ilişkilerinin belirlediği ve üretici güçlerin karşılıklı (toplumsallık içeren) ilişkilerinin ekonomi politik yapı üzerinde yükseldiği ve değişkenliğe sahip bir ahlak anlayışı vardır. Daha anlaşılabilir bir tanımla, bizleri bağlayan ahlak ölçüleri geçmişten beri var olan kurallar değil, sürekli değişen kurallardır. Bu nedenle yüzyıl önceki ahlak kurallarının bir çoğu günümüzde geçerliliği olmayan kurallardır.
Karşıt çıkarlar üzerinde uzlaşmaz bir şekilde varlıklarını sürdüren uluslar/sınıflar kendi nesnel gerçekliklerine uygun üst yapı ilişkileri üretirler. Çünkü alt yapılarının oluşumu, buna uygun üst yapıların zorunluluğunu beraberinde getirir. Bu nedenle günümüzde “uygar” ve henüz bu “uygar” ilişkilerin düzeyine ulaşamamış toplumsal ilişkilere bakıp da neden öyle olduklarını düşünmemizin altında yatan gerekçe bundan kaynaklanmaktadır. Yoksulluğun toplumsal nedenlerine bakmayıp, hemen elini kesen anlayışın altında yatan alt yapının ürettiği üst yapı ilişkileridir. Ahlak kavramı toplumsal ilişkileri bir ölçüde belirler. Toplumun kabulu açısından neyin yapılıp yapılmayacağını, hoşgörü sınırlarının nereye kadar olacağını belirler.
Savaşlar, kazanmanın üzerine kurulan egemenlik hakkıdır. Tarihsel geçmişinden günümüze kadar her türlü kuralsızlığın işlerliği üzerinden gelişmiştir ancak insanlık tarihi yine de geçmişten günümüze savaşlarda da uygulanmak üzere belirli ahlaki kuralları ve yasal sınırlandırmaları koymuştur. Bunlara harfiyen uyuluyor mu, elbette hayır ama açıktan açığa da çiğnenemiyor da. Atom bombasının atılmasını sınırlayan bir ahlak veya yasa da bulunmuyor, güçlü olmak, belirleyici olmayı da sağlıyor çoğunlukla.
Sömürgeleştirilen Kurdîstan’a karşı açılan savaş, sadece dört sömürgeci güç tarafından değil, arka planda varlıklarını sürdüren ve sömürgecilere her türlü askeri siyasi desteği veren ülkeler tarafından yürütülmektedir. “Adil savaş teorisi” olarak literatüre giren kavram, savaşın gerekçesi, koşulları ve ilkelerini belirlemeye yönelik olarak tanımlanmıştır. Biraz daha genişletilmiş olarak tanımlarsak:
1- Savaş açma hakkı: Birşeyleri ele geçirmek ve cezalandırmak amacını taşımalıdır. Hayatı korumak, masumlara zarar vermemek ve bir veya birkaç kişinin niyetinden bağımsız olmalıdır.
2- Adil savaş: Savaşın sadece düşman savaşçılara yöneltilmesi, askeri hedef olmayan bölgelerin saldırıya uğramaması ve sivillerin kendilerinin yaratmadıkları bu durumdan sorumlu olmamaları gerektiği kuralıdır. Teslim olan ve esir olarak alınanların ise şiddet görmemeleri ve insani haklarının gözetilmesini içerir.
Bu iki kurala bakarsak bile Türk devletinin yürüttüğü savaşın birinci dereceden insanlık suçu içerdiğini görebiliriz. Ne savaş açma hakkı bulunmaktadır ne de adil savaş yürüttüğü görülmektedir.
Toplumların yüzyıllara dayanarak oluşan kültürel yapıları vardır. Bu yapılar bireylerin üzerinde bir tür baskı oluştururlar. sömürgeci devletler ve 1923 yılında kurulan sömürgeci Türk devleti miraslarını sahiplendiği geçmiş yönetimlerin insanlık dışı bütün düşünce ve davranışlarını sahiplendi, sahiplenmeye de devam ediyor. Kendisine insani bir değeri sahiplenmek gibi bir sorumluluk addetmiyor. Toplumlar binlerce yıldır savaşıyorlar ve görünür şekilde bazı değerler oluşturdular.
Örneğin esirlere, sivillere, ölülere belirli ölçüde yaklaşmak gibi. Belgelerle biliyoruzki, Kürtlere karşı Türk devleti başta olmak üzere açılan savaşta binlerce insan öldürüldü, sivil-askeri fark etmeksizin bütün alanlar suç sayılan (kimyasal) silahlarla bombalandı. Bodruma hapsedilip yakılanları, cenazeleri çırılçıplak soyulanları, çocukları nasıl unutabiliriz. Yeri geldiğinde cenazeler mezardan çıkartıldı, mezara sahip olmayan ve sağ alınıp kaybedilenler hariç . Hayatları darmadağın edilenler, zindanlarda onlarca yıl esir alınanlar….
Bütün dünyanın gözünü kapattığı bir soykırım silsilesinin ardından yeniden başladılar. Önce soykırıma direnenlere saldırıyorlar, başarabilseler kendilerine karşı olan herkese saldıracaklar. Irak, Suriye, Rusya ve birçok ülkeye kimyasal silah kullandığı gerekçesiyle yaptırımlar uygulayanlar, savaş açanlar konu Kürtlere gelince suskunluğa gömüldüler. Bunca trajedinin ardından kendilerini sol kimliğin temsilcileri olarak adlandıranlar sahneye çıkıp komedi repliğinden bir demet sunuyorlar: ”Kurdîstan Özgürlük Hareketi ABD ve Rusya’nın güdümünde” …
Bütün insani değerleri dejenere olmuş, bir toplumun elbette savaşa ilişkin değer taşıması beklenemez. Böyle toplumların seçimle zemheriden kurtulup bahara girmesi yanılsamadır. Bu yanılsamanın sahnesinin ışıklarının ardından kulise baktığımızda kan deryasında boğulmak istenen bir halk duruyor: Kürt halkı…