Canan Sinanyan: Karahübür      

Yazarlar

  –Karahübür, karahübür

   -Yemesi sevap, Leylası Arap…

Anzele, tok bir sese sahip satıcının sesiyle doluyordu. Gün kararmış, çocuklar evlerine gitmişti. Her köşe başında sokak lambaları yanıyordu. Sokak yarı karanlık yarı aydınlıktı.

Sesi duyar duymaz ellerinde tabaklarıyla kapı önüne çıkan büyük küçük herkes satıcıyı bekliyordu. Yaz akşamlarında büyük bir zevkle yediğimiz karahübürler, dalından daha yeni toplanmış, taptaze bir şekilde kapımızın önüne kadar geliyordu.

Akşam serinliği çökmüş avlular serin kuyu suyuyla yıkanmış, sokak kapıları gelenleri beklediği için aralık bırakılmıştı. Kapılar sıkı sıkıya kapatılmazdı. Kapılar, dergâh kapıları gibi herkese açık olurdu. Bütün komşular bilinir, kimsenin kimseden korkacağı bir şey de olmazdı. Her şey o kadar içten, o kadar samimiydi ki…

Satıcı uzun kollu, açık renkli, pek de yeni olmayan dut lekeleriyle dolu gömleği üzerinde ve göbeğine kadar çektiği ona en az iki beden büyük olan şalvarının ipini birkaç düğümle sıkı sıkıya bağlamıştı. Ayağında kara lastikten bir ayakkabı vardı. Kaşlarının ortasında ve gözlerinin kenarlarında oluşan derin çizgiler onun güneşle ne kadar uzun süre oynaştığını gösteriyordu.

Sıcak memleket, güneşten çok ne var!

Yüzü neredeyse sattığı dutlara yakın bir renk almıştı. Bıyıkları dudaklarını örtmüştü. Kömür karası saçları, bıyıkları ve kaşı sert bir mizaç yaratıyordu. Oysa bu sadece dış görünüştü; yüzeyseldi zira, renge ve şekle bakarak bir insanın mizacı nasıl anlaşılırdı ki?

Kocaman nasırlı ellerinin arasında dutları ezmeden alabileceği ölçü kabı görünmüyordu. Nasırlı el demek emek demekti, iş demekti. Para kazanmak bu diyarda bazıları için nasıl da zordu? Büyük paralar kazanmak değil, sadece karın tokluğuna çalışmak… Dut toplamak da kolay iş değildi. Güneşin küsüp de  ışıklarını geri çekeceği ve dünyayı terk edeceği zaman onların işleri başlardı.

Koca ağaçların altına birkaç kişinin tutuğu çarşaf gerilir, toplayıcılardan biri tutunacak dalları insan boyundan yüksekte olan ağaca tırmanır, ayaklarıyla ağacı incitmeden dallarına vurur, patlamaya hazır dutlar da dolu taneleri gibi çarşafa yağardı. İncitmeden, sıkmadan karahübürler tavlaya daha önce serilen dut yapraklarının üzerine yerleştirilirdi. Dut yapraklarının tavlaya serilmesindeki amaç dutun şerbetinin akmamasıydı. Başına tavlasını alan satıcı büyük bir sabır ve güçle Mardinkapı yokuşunu çıkar, hemen sokaklara dalardı. Toplamanın ve satmanın kısa zaman içinde yapılması gerekiyordu.

Satıcı dut tavlasını herkesin rahatlıkla ulaşabileceği mahallenin orta yerinde, küçe çıkmazın önündeki sokak lambasının altında yere indirirdi. Tavlayı indirmeden önce de sağ eliyle başından yukarı doğru azıcık kaldırır,  sol eliyle de tavlayı rahatlıkla taşımak için kafasının üzerine yerleştirdiği bezden yapılmış simidi yere koyardı. Sonra da büyük bir dikkatle tavlayı bez simidin üzerine yerleştirdi.

Tavla çok büyüktü, kıpkırmızı bir tepecik halinde tavlaya konulmuş karahübürlerin altında yemyeşil dut yaprakları parlıyordu. Henüz şerbetini salmamış, dipdiri, kömür karası, lale kırmızısı, karahübürler…

Satıcının yine kalın ve tok sesi duyulurdu.

-Karahübür, karahübür

Satıcı zamanla yarışıyordu, hava sıcaktı ve tavladaki meyve beklemeyi sevmezdi…

Diyarbakır’ın etrafı surlarla, surlarda dut ağaçlarıyla çevriliydi. Hevsel bahçesi, Mardinkapı’dan On Gözlü Köprü’ye kadar olan yolda dut ağaçları halaya duran gençler gibi kol kolaydı. Gazi Köşkü’nde ve orada bulunan köşklerin hepsinin bahçesinde sayısız dut ağaçları vardı. Eski zamanlarda surların etrafındaki dut ağaçlarından ipek böcekçiliği yapılır, elde edilen ipekler dokuma tezgahlarında çok değerli kıyafetlere dönüştürülürdü. Diyarbakır’ın en büyük geçim kaynağıydı. 

Dutu koyacağımız kabımız ablamın elinde, ben de hemen yanındayım ve oldukça meraklı bir çocuğum. Hiçbir şeyi kaçırmak istemiyorum. Cüsse olarak o kadar ufak tefektim ki her yere sıkışabiliyorum. Ablam kabı uzatıyor; satıcı elindeki küreğe benzeyen alüminyum ölçü kabıyla, büyük bir titizlikle dutları doldurup kabımıza boşaltıyor. Ablam parayı uzatıyor, satıcı nasırlaşmış koca lekeli elleriyle parayı alıyor.

Kocaman tatlımı tatlı görünen karahübürlerden, bir elimle dut tabağını kendime çekip diğer elimle bir tanesini hemen yiyorum. Bal, bal nasılda tatlı.

Avlu önceden yıkanmış, yere büyücek kilim serilmiş üstüne sofra bezi açılmıştı.  Annem serdiği sofranın üzerine koca bir sini bıraktı. Ablam dut tabağını sinin ortasına koyduğu gibi altı kardeş hemen dizlerimize kadar sofrayı çekip oturduk. Dut yıkanmadan yenen bir meyvedir. Yıkanınca şerbeti akar, tatsız tuzsuz bir şey kalır geriye, yıkamadan afiyetle yemeye başlıyoruz.

Altı minik el, sapından tutup dişlerimizin arasından büyük bir marifetle dutu çekip sapını atıyoruz. Oyuna çevirdik yine katıla katıla gülüyoruz. En hızlı kim çeker. Kimin dudağı daha boyalı. Dudaklarımıza sürüyoruz. Kan kırmızı dudaklarımız boyalı ellerimiz. Annem sesleniyor üstünüze sürmeyin lekesi çıkmaz. Kıyafetlerimize sürülmesin diye çok dikkat ediyoruz. Acaba annem bilmiyor muydu? Dut yaprağı dut lekesinin panzehriydi.

Bu ellerle oyun ne güzel olurdu

Birbirimize dokunmak

Neresi gelirse boyamak

En keyiflisi Süleyman’ın yüzünü 

Bir gözleri vardı yüzünün yarısıydı

Bir dili vardı bülbülün akrabasıydı

Kaşları ve saçları varla yok arasıydı

Öyle güzel dut yemişti ki

Baldan daha tatlıydı

Boyamıştı her tarafını

Boyamak isterdim geri kalanını…

Bir avuç kalan taş bezeli dar küçelerimizde, tok sesli karahübür satıcılarının sesi duyulmasa da Dörtyol’da ve Balıkçılarbaşı’nda, dut yapraklı tavlaların içine oya gibi işlenmiş karahübürler bizi bekliyor.

Asırlardır şehrimin tadını var eden Hevsel Bahçeleri’nde saklanan dut ağaçları, şehrimin tadının kaybolmaması adına var gücüyle direnmeye devam ediyor.

Belki de karahübürün bende kalan bu derin hatıralarının sebebi; özgürce isteyip de boyayamadığım suratlar, kıyafetler ve duvarlardı

İlginizi Çekebilir

Ömer Çiftçi – Korkunç Putin’in son savaşı
Sibel Özbudun: Antikomünizm…Ve ‘Bizim Ozanlarımız’

Öne Çıkanlar