“Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü…”[1]
Dönemin AKP Manisa milletvekili Selçuk Özdağ 11 Ekim 2012 tarihinde bir kitap yayınladı: Vakitsiz Yazılar… Özdağ, belli ki zamanın Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın Nâzım Hikmet’in mezarının Türkiye’ye getirilmesi önerisine bozulmuş, saydırıyor:
“Nâzım Hikmet gibi beni Stalin yarattı diyecek kadar değerlerine yabancı, ahlaki yapısı tartışmalı, insanının inancından uzak bir zatın na’şının Türkiye’ye getirilmesi ve vatandaşlığa yeniden kabulü için ne kadar büyük gayret sarf ettiğini bildiğimiz Günay’a hatırlatacaklarımız var. … Nâzım Hikmet neyin kahramanıdır? O komünistliğin sergerdesidir. Nâzım Hikmet dilimizin, dinimiz, vatanımızın ve değerlerimizin düşmanıdır.”[2]
“Komünizm tehlikesi”nin esamisinin okunmadığı bir dönemde bu söylem size “anakronik” mi gözüktü? Türk sağının, (Mehmet Raşit Küçükkürtül ve Mehmet Yaşar’ın deyişiyle) “sembolik nefret nesnesi”[3] olan Nâzım Hikmet’e yönelik duyguları bilinçaltlarına öylesine işlemiştir, üzerini örtmek için kullanılan cila o denli yüzeyseldir ki, koşullar ne denli değişirse değişsin, en küçük sarsıntıda açığa çıkar.
Aslına bakılırsa, Türkiye’de antikomünist paranoya öteden beri pek ürküttüğü kurbağaya değmemiştir. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından 1960’ların ortalarına dek, dek, bırakın komünistlerin iktidarı ele geçirmesini, ücret artışı, çalışma saatlerinin azaltılması, insanca çalışma koşulları gibi en meşru talepleri dahi savunacak bir işçi sınıfı örgütlenmesinden söz etmek zordur. Komünistler vardır elbette, üstelik de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de boğdurulmasından bu yana iki-üç yılda bir uğradıkları tutuklamalarla, gördükleri işkencelere, uzun mahpusluk yıllarına rağmen büyük bir ısrar ve özveriyle sürdürmektedirler çabalarını.
Ama antikomünist histeriyi hak edecek boyutlarda bir emekçi ve/ veya halk hareketine yol açamamıştır bu çaba. Ta ki… Baskıların biraz hafiflemesiyle Türkiye İşçi Partisi’nin 15 milletvekiliyle meclise girdiği, işçi sınıfının grevlerle, direnişlerle “varım!” diye haykırdığı, 1960’lı yıllara dek…
Bu nedenledir ki, Türkiye’de izi 1930’lara dek sürülebilen antikomünist paranoyanın rasyonellerini başka yerlerde aramak gerek.
Bu coğrafyada antikomünizmin tarihi kabaca üç dönemde izlenebilir:
- 1930’ların sonlarına tekabül eden, Cumhuriyetin konsolidasyon yılları: CHP’nin Nazi Almanya’yla flörtü ile katmerlenen bir Antikomünizm ile karakterize olur;
- İkinci Dünya Savaşı’nın “en kârlısı” ABD’nin SSCB ile giriştiği nüfuz çatışması ve bu çatışmada içlerinde Türkiye’nin de olduğu çeper ve yarı-çeperi kendi hegemonyası altında toplama çabalarıyla karakterize olan “Soğuk Savaş”: Bu kez DP iktidarının kanatları altında palazlanan ve devletçi vesayetten kurtulmaya çabalayan Türk burjuvazisinin Amerikanofil antikomünizmidir söz konusu olan…
- 1970’lerde Batı’da Soğuk Savaş’ın sonlanması ve “Barış içinde yan yana yaşama” politikalarının devreye girmesine karşın Türkiye’de yükselen sınıf mücadelesini bastırmak için ısrarla sürdürülen “yerli ve milli” antikomünizm.
Nâzım Hikmet her üç dönemin de denilebilir ki “kült figürleri”ndendir. Açımlayayım:
- I) Konsolidasyon Yılları: Alman Patentli Antikomünizm
Kuruluş yıllarında genç Cumhuriyet’e Sovyet desteğinin de getirdiği itidalli “diplomatik çekimserlik” havası uzun sürmeyecektir. Vakı’a, biçimlenmekte olan yeni Türk devleti Mustafa Suphi ve yoldaşlarını Karadeniz’de boğdurduğu gün, komünizme karşı tavrını açık etmiştir, ama 1920’lerin ilk yıllarında SSCB de T.C. de bu konu üzerinde fazla durmamayı seçecektir.
Bu yıllar Nâzım Hikmet’in Kuvva’cılıktan komünizme geçiş yaptığı yıllardır. 1921’de arkadaşı Vala Nurettin ile birlikte Milli Mücadele’ye katılmak üzere geldiği Ankara’dan öğretmenlik göreviyle Bolu’ya gönderilmiş, ancak kentin muhafazakâr havasından haz etmediği için, Ankara yolunda edindiği sosyalist arkadaşların da etkisiyle rotayı SSCB’ne çevirmiştir. Burada TKP’li olur, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde öğrenim görür. Ülkeye bir TKP’li olarak döner, legal olarak yayınlanan Aydınlık ve Orak-Çekiç’de yazar.
1925’te ilan edilen Takrir-i Sükûn, yalnızca resmi dile göre “gerici kalkışmaları” değil, ülke içindeki her türlü muhalefeti bastırmaya yöneliktir, yasaklanan yayınlar, tutuklanan komünistler… Nâzım’ın payına “komünist parti üyeliği”nden 15 yıl kürek mahkûmiyeti düşer. Bir kez daha Moskova… Ancak bu ceza 1926’da kabul edilen yeni ceza yasasıyla bir yıla indirilince yeniden Türkiye’ye döner (1928). 1927 Tevkifatını atlatmış, hakkındaki İstiklal Mahkemesi hükmü kaldırılmıştır. Sabiha ve Zekeriya Sertel çiftinin çıkardığı Resimli Ay’da çalışmaya başlar, ülkenin entelektüel yaşamında önemli bir yer edinir. Şiir kitapları hakkında davalar açılmaktadır tabii, ancak bunlar beraatla sonuçlanır. Resimli Ay’da yayınlanan “Putları Yıkıyoruz” başlıklı yazı dizisi, statükocu yaşlı kuşak edebiyatçılarının tepkisini çeker, elbette; ama SSCB ile T.C. arasında esen “bahar rüzgârları” göreli bir özgürlük ortamı yaratmıştır; hatta Nâzım’ın bir oyunu (Kafatası) Şehir Tiyatrosu’nda sergilenmektedir.
İklim 1930’ların ortalarında bir kez daha bozulur… Kuruluş yıllarının işgalci gücü İngiltere ile ilişkiler onarılırken Sovyetler Birliği’yle kesin kopuş yaşanmıştır; dahası Nazi Almanya ile örtük bir “flört” sürdürülmektedir:
“Faşist Almanya’nın II. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’nin siyasi ve iktisadi hayatında kurduğu hâkimiyetin önemli maddi temelleri vardır. Bu maddi temeller 1930’lu yıllar boyunca güçlenen Türk-Alman ticaret ilişkileri ile atılmıştır. Yıllar içinde Türkiye’nin bir numaralı dış ticaret ortağı hâline gelen Almanya, bu ticari bağları II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’de ticaret sermayesini ve toprak sahiplerini kendi yanında tutmak ve siyasi iktidara bu çevreler aracılığıyla baskı kurmak için kullanmıştır. Türkiye’nin döviz yokluğunda kliring usulüyle kurduğu bu ticaret ilişkisi, yani sattığı malın karşılığında mal alması, Türkiye ekonomisinin iplerini büyük ölçüde Almanya’nın eline vermiştir. 18 Haziran 1941’de Büyükelçi Franz von Papen ile Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu tarafından Türk-Alman Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması imzalandığında bu antlaşmanın en fazla memnun ettiği kesimler arasında Türk-Alman ticari ilişkilerinden aktif olarak yararlanan sermaye sahipleri yer alıyordu…”[4]
Ancak Almanya ile “flört” salt ticaret erbabıyla sınırlı değildi; Turan’ın gerçekleşmesi için Sovyetler’in yıkılmasını bir zorunluluk olarak gören Enver Paşa torunları, Turancılar Almanya’nın SSCB’ne saldırısını büyük bir coşku ile karşılamışlardı: “Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne savaş ilan ettiği tarihten, Alman ilerleyişinin durdurulmasına kadar olan süreçte, pantürkçü hareketlerin muazzam propaganda faaliyetine giriştiği izlenmektedir. Almanya’nın pantürkçülüğü desteklemesi ve Sovyetler Birliği’ne saldırması, Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi pantürkçülük idealinin gerçekleşebileceği umudunu arttırmıştır. Eğer Sovyetler Birliği parçalanırsa, burada yaşayan Türk kökenli halkların oluşturacağı devletler direkt olarak Türkiye’ye bağlı bir konuma gelebilir, düşüncesi pantürkçüleri heyecanlandırmıştır.”[5]
Pantürkçülerin Alman muhipliğine “zamanın ruhu” gereği antisemitizme belenmiş bir antikomünizm hezeyanı eşlik eder ve Nâzım bu hezeyanın doğal hedefidir.
“Son zamanlarda da İstanbul’da Bir komünist Don Kişotu türedi,” diyordu Hitler bıyıkları ve kâkülüyle Nihal Atsız… “O da modası geçmiş Paslı bir mızrakla ve kafasında yalnız burjuva ‐proleter manisi olduğu hâlde rasgele saldırıyor, haykırıyor, hırslanıyor, tulumbacı ağzıyla şiirler (?!) yazıyor.
Gayesi basit, fakat pek yaman: Türkiye’de halk rejimi yani komünizmi kurarak bu çorak memleketi cennet hâline getirmek. İşin doğrusunu söylemek icap ederse asıl Don Kişot olanlar bu işin elebaşlarıdır. Onların Türkiye’deki müsveddesi olan Nâzım Hikmetof Yoldaş da ancak bir Şanso Pansadır. Fakat Türkiye’de başkominist kendisi olduğu veyahut öyle geçindiği için ona, Türkiye komünistlerine de değer biçmek üzere, Don Kişotluk rütbesini çok görmüyorum. Kara vicdanını Mujik cehenneminde kızartan ve Yahudi Marks’ın bayat felsefesinin altına bir köle gibi yatan, Karanlık günlerimizde İstanbul’dan Ve Anadolu’dan kaçarak Moskova’da ense yapan yurt kaçkını Nâzım Hikmetof Yoldaş’a hiçbir sözüm yoktu. Çünkü türlü türlü maniler ve türlü türlü manyaklar olduğunu biliyordum. Fakat Hikmetof Yoldaş nebbaşlığa başlayarak büyük Namık Kemal’in kemiklerine diş uzatınca mesele değişti…”[6]
Nihal Atsız, aynı yazısının ilerleyen sayfalarında hızını alamayıp sözü “hasep-nesep-şeref-kan” meselesine getiriyor: ”Nâzım Hikmetof Yoldaş hasep, nesep, şeref, kan diye bir şeyler tanımadığını söylüyor, bunları söylemeğe lüzum yoktu. Biz zaten komünist taslaklarında böyle şeyler olmadığını biliyorduk. Ataları, bu toprağa kan katanlardan, halis kanlı Türk olanlardan bir komünist çıktığını da zaten şimdiye kadar görmedim. Bunlar daima kanı bozuk, sütü bozuk, yeri yurdu belirsiz, soyu sopu şüpheli ve Türk olmayan kimselerdir. Nitekim Nâzım Hikmekof Yoldaşın kendisi de Türk değildir. Acundaki komünizmin de nasıl bir bozuk kan unsuru olduğunu anlamak için onların önderlerine bakmak kâfidir. Biz, kanı Türk olmayan yurttaşlardan bu yurda ne kadar bağlılık beklenebileceğini birçok acı denemelerle öğrenmiş bulunuyoruz. Onun için Misonlar, Kohenler ve Çerkes Ethemlerle Nâzım Hikmetof Yoldaş arasında hiçbir fark görmüyoruz.”[7]
Nâzım Hikmet’in “gayrımilli”liği yıllar boyu ona yönelik saldırıların başlıca koçbaşılardan biri olagelmiştir. Mayıs 1950’de Nâzım Hikmet’in cezaevinden çıkartılması için İstanbul/Laleli’de Çiçek Palas’ta düzenlenen toplantıyı basan faşistlerin önderlerinden İlhan Egemen Darendelioğlu, 1978’de yayınladığı Nâzım ile ilgili kitabında aynı yaveyi tekrarda beis görmeyecektir. Ona göre, “anne tarafından Polonya yahudisi, baba tarafındansa Fransız kökenli” olup, “Lehistan’da millet, sosyalizmi kurmakla meşgul, göğsümüzü kabartmıyor değil, dedelerimden birinin Lehli oluşu” mısralarını söyleyen biri, “vatan şairi” olamazdı[8]… Mehmet Kaplan da repliği kapanlardandır: “Nâzım Hikmet’in bir şiirinde Polonya asıllı olduğunu söylemesi ve Borzeçki adını alması, onun kendisini bir Türk olarak hissetmediğini gösterir. Bence onun komünist olmasında bu vakıanın da rolü vardır.”[9]
Evet, antikomünizm bu ülkenin bitmeyen nakaratıdır. Ancak, belirttiğim gibi, 2. Dünya Savaşı öncesi antikomünizmi, Alman hayranlığı ile tanımlıdır. Ve ardıl(lar)ına “Yahudi düşmanlığı, “safkan” Türk(çü)lük, kafatasçılığa belenmiş bir “Moskof düşmanlığı” damgasını miras bırakmıştır.
“Baş nereye giderse ayak da oraya gider,” der bir atasözü… İstanbul’da yuvalanmış, yazıları anlı şanlı dergilerde, gazetelerde yayınlanan “Reis”lerin taşradaki çömezlerine, “usta”larının laflarını kendi “meşrepleri”nce tekrarlamak düşer. Tarsus’ta çıkan Gülek gazetesinin halk şairi Kâmil Bozkurt 2 Şubat 1952 tarihinde bir “şiir” (?!) döktürür Nâzım için: “Uzaktan uzağa atıyon gürzü/ Kanın bozuk ondan yitirdin ırzı/ Utanmaz hayasız, namussuz dürzü/ Bir de Türküm diye kuruldun kafir – Sağ sanma kendini her an ölüsün/ Boşa ürme şişkin bağırsak yelisin/ Irkın bozuk bir orospu dölüsün/ İşte bu sebepten yerildin kâfir – Tatlı yemek burda kaldın kürklerin/ Yayıl da gel bağlı durur örklerin/ Lütfuna uğradın arslan Türklerin/ Ölmüş iken geri dirildin kâfir…”[10]
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nda, Cangül Örnek’in isabetli teşhisiyle bir “tarafsızlık” değil, “savaşa fiilen katılmama” politikası izlemiş,[11] ancak gerek Nazi Almanyası ile ballı ilişkiler geliştiren yerli sermaye, gerekse Turan hayalleri hortlayan ırkçı-Turancıların da itimiyle iktidardaki CHP savaş boyunca Nazilere olan örtülü sempatiyi elden bırakmamıştır. Nazi Almanyası ise, Türkiye büyükelçiliği eliyle Türk basınını ve radyoyu satın almak üzere bol miktarda rüşvet dağıtarak bu “sempati”yi beslemek için uğraşmıştır. Böylece, Çınaraltı, Bozkurt, Gökbörü, Aylı Kurt gibi afişe Pantürkist yayın organlarının yanısıra, dönemin Cumhuriyet ve Tasvir-i Efkar gibi anaakım gazeteleri de açık bir Nazi sempatisini taşıyacaktır sayfalarına. Reşat Fuat Baraner tarafından kaleme alınıp[12] 1943’de Faris Erkman imzasıyla yayınlanan En Büyük Tehlike başlıklı broşürde Basın-yayın camiasındaki yerli Nazi işbirlikçileri arasında ise Hüseyin Hüsnü Erkilet ve Ali İhsan Sabis paşalar ile Nihal Atsız, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç ve Peyami Safa gibi isimlerin rolleri özel olarak vurgulanır.
Ne ki, Naziseverlerin düşleri, İkinci Dünya Savaşı’ndaki Alman hezimetiyle birlikte yer ile yeksan olacaktır.
- II) Antikomünizm Made in USA
Ama Cumhuriyet’in yöneticileri esnek ve pragmatiktir. Almanya yenilgisinin kendini belli ettiği savaş sonlarının (kısa-ömürlü) antifaşist iklimine ayak uydurmayı başarırlar. 1944-45 yıllarında gerçekleştirilen ve Turancı liderlerden bazılarının hapis cezasına çarptırıldığı “Irkçılık-Turancılık Davası” (mahkeme kararı Yüksek Mahkeme tarafından bozulacaktır) bu bakımdan, savaş sonrası biçimlenecek “yeni dünya”ya çakılmış bir selamdır. Hemen ardından, Türk antikomünizminin ikinci evresi başlayacaktır. Bu evreye damgasını vuran, ABD patentli Soğuk Savaş’tır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı’nın yükselen hegemonik gücü ABD çeper ve (Türkiye gibi) yarı-çeper ülkeleri Sovyet nüfuzundan uzak, kendi etki alanında tutma çabasına girişmiştir. Bu amaçla ilan edilen Truman Doktrini ve yürürlüğe konulan Marshall Planı, bir yandan savaşta tarumar olmuş Avrupa ülkelerinin ayağa kalkmalarını finanse etmek, bir yandan da, başta Yunanistan ve Türkiye olmak üzere çeper/ yarı-çeper ülkeleri “komünizm tehdidi”ne karşı korumak amacıyla ABD’nin kesenin ağzını açacağı anlamına geliyordu.
Ve ABD yardımları, Türkiye, özellikle de faşizm sonrası esen “demokrasi rüzgarları”ndan üzerlerindeki Tek Parti vesayetinden kurtulmak için yararlanmaya çalışan “savaş zengini” burjuvazi için çok cazipti… Bu anlamda, “komünizm tehdidi” paranoyası, her iki tarafın birbirleri için ne denli vaz geçilmez olduklarına birbirlerini ikna etmede işlevsel olmuştur. Uğur Mumcu’nun deyişiyle komünist hareketin Türkiye’deki varlık ve etkinliğinin “negligeble” (ihmal edilebilir) olduğunun bizzat ABD mahreçli raporlarda saptandığı bir dönemde, Türkiye ve ABD birbirlerini (ve iç kamuoyunu)[13] “tehlikenin büyüklüğü” konusunda ikna yarışına girmişlerdir.
Bu amaçla, İtalyan Ceza Yasası’ndan tercüme edilerek kabul edilen (1926) Türk Ceza Kanunu’na, yine İtalyan Ceza Yasası’na 1931 yılında eklenen mahut 141. ve 142. maddeler dâhil edilecekti (1936); ancak bununla da yetinilmeyerek 1946 ve 1949 yılında 141. ve 142. maddeler değiştirilerek komünizm tanımı yapılmış ve komünizm suçlarına verilen cezanın artırımına gidilmiştir. Böylelikle “sınıf esasına göre cemiyet teşkili”nin yanısıra, “milli duyguları yok etmeye matuf cemiyetler” de yasaklanacaktı. “1949’da Türk Ceza Kanunu 141. ve 142. maddelerinin değiştirilmesini ön gören tasarı Meclis’te konuşulduğu sırada muhalefet partisi DP, iktidara, CHP’ye maddelerin daha da ağırlaştırılması yönünde desteğini sunmuştu.”[14]
Bu değişiklikler bir dizi parti ve yayın organı kapatmanın ve “komünist tevkifatları”nın gerekçesi olacaktır: Böylelikle, Şefik Hüsnü’nün Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi (TSEKP) ve Esat Adil’in Türkiye Sosyalist Partisi (TSP) 1946’da kapatıldı, Sendika, Noror, Gün, Yığın, Dost gibi yayın organları yasaklandı, yazarlar yargılandı, kapatılan partilerin TKP ile ilişkili görülen üyelerine cezalar yağdırıldı…
Yasal düzenlemelere ve baskılara CHP destekli “sokak terörü” eşlik etmektedir: Tan Matbaasının yıkılması, DTCF’deki sol görüşlü hocalara yönelik protestolar, “komünizm karşıtı” mitingler…
Antikomünizm motifini 1950 seçimlerinde iktidara gelen Demokrat Parti de büyük bir şevkle sürdürecekti. Tabii, Kore Savaşı’na asker göndermedeki şevki ve NATO’ya dâhil olmadaki hevesliliği arkaplanında… NATO üyeliği ve Batı Bloku’na katılma, maddi yardım ve Batılı sermaye ile ballı ilişkiler demekti; komünistler ise, bu uğurda seve seve harcanabilecek kolay günah tekeleri.
Bu “şevk ve heves”in en somut göstergelerinden biri, DP’nin ABD’ye “sadakat beyanı” 1951 Komünist Tevkifatı’dır; o güne dek gerçekleştirilmiş komünist tevkifatları arasında “en kalabalık ve sistemlisi” olarak tarihe geçen bu tutuklama furyasında İstanbul, Ankara, Adana, Samsun, İzmit ve Zonguldak’ta yapılan aramalarda 200’e yakın kişi gözaltına alınıp çoğu tutuklanır. 1951’in “münferit” bir olay olmadığı; ABD’nin uluslararası çaplı bir “antikomünist operasyonu”nun bir parçası olduğu anlaşılmaktadır: bu tevkifatla eşzamanlı olarak İran’da TUDEH’e yönelik bir operasyonun gerçekleştirildi ve parti üyesi sekiz kişinin idam edildi. Aynı günlerde Endonezya’da da 15 bin kişilik bir “komünist tevkifatı” gerçekleştirilecektir![15]
Bu koşullarda, Soğuk Savaş antikomünizmi, Alman patentli ırkçı-Turancı söylemleri sürdürmekle birlikte, vurguyu “Sovyet yayılmacılığı” tehdidine yöneltir; DP iktidarıyla birlikte buna (Tek Parti döneminde pek fazla vurgulanmayan) “din düşmanlığı” motifi eklenecektir. Nihayetinde, Kore Savaşı’nın dönemin Diyanet İşleri Başkanı tarafından “inananlarla inanmayanlar arasında bir savaş” ilan edildiği, Kore’nin “Allah yolu” olduğunun duyurulduğu, savaşta ölen askerlerin “şehit” sayılacağını açıkladığı günlerdir![16] DP iktidarıyla birlikte kurulan bir alay antikomünist cemiyet, “Allah, vatan, tarih, dil, anane, sanat, aile, ahlak, hürriyet, milli mukaddesat”[17] gibi kavramları mezcederek Turancı Türkçülükten İslâmcı bir Türkçülüğe doğru dümen kıracaklardır.[18] Örneğin 1950’de yayın hayatına atılan ve yazar kadrosunda Nurettin Topçu, Arif Nihat Asya, Osman Yüksel, Cevat Rıfat Atilhan, (Fethi) Tevetoğlu, Mustafa Müftüoğlu, Gökhan Evliyaoğlu, Tanrıdağılı Nurettin, Ömer Öztürkmen, Reha Oğuz Türkkan, Abdullah Taymas ve Mustafa Kayabek Çömezoğlu gibi antikomünizmin “pir”lerini barındıran “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman” Tanrıdağ dergisinde, komünizm “aile yok, tarih yok yok, destan yok, din yok, iman yok, namus, şeref diye bir şey yok, milliyet yok” diye tarif edilmekte ve “ezmek üzere komünist başı” avına çağrılar çıkartılmaktadır.[19] Yine 1950’de yayınlanmaya başlanan Komünizme Karşı Mücadele dergisinde ise komünistler, “dini, ahlakı ve manevi kıymetleri kabul etmez” terimleriyle tanımlanmaktadır.[20]
Nâzım Hikmet, tek parti iktidarı konsolidasyon döneminin “Almancı” antikomünizmi gibi, savaş sonrasının “Amerikancı” antikomünizminin de boy hedeflerindendir.
Türkiye’de Nazi hayranlığının tırmandığı yıllarda Nâzım Hikmet ordu mensuplarını “üslerine karşı kışkırtmak” suçlamasıyla önce 15 yıl, ardından da “donanmayı isyana teşvik” suçlamasıyla 20 yıl, indirimlerle birlikte toplam 28 yıl 4 ay hapse mahkûm olmuştu (1938). Bir başka deyişle, İkinci Dünya Savaşı sonunu, Türkiye’nin eksen değiştirmesini ve DP’nin iktidara gelişini cezaevinde karşılayacaktı. Ancak cezaevindeyken dahi antikomünist propagandanın ilgi odağında olmayı sürdürecektir.
Yine de, esas patırtı, CHP iktidarının son günlerinde, esen “demokrasi” rüzgârlarının da verdiği cesaretle 12 yıldır cezaevinde yatan ozanın serbest kalması için yürütülen kampanyalar sırasında kopar. Yukarıda zikredilen Tanrıdağ dergisinin sayfalarında örneğin, Nâzım Himet’in af kampanyasına destek verenler tehdit edilmekte, Kore’ye gönderilen askerlerin uğurlamasına şaşaa ile katılan Türk Milliyetçiler Derneği, “Nâzım Hikmet’in affını isteyenleri tel’in toplantısı” düzenlemekte, MTTB Nâzım’ın affına karşı imza kampanyası örgütlemekte, af kampanyasına karşı mitingler yapılmaktadır.
Nâzım Hikmet DP iktidarının ilk aylarında çıkartılan afla tahliye olur; gelen askerlik celbi üzerine Romanya üzerinden yurtdışına çıkarak SSCB’ne geçer. Nâzım’a yönelik anti propaganda bundan böyle tam anlamıyla dizginlerinden boşalacaktır.[21]
“Örneğin Büyük Doğu, Nâzım için, ‘kızıl köpek’ ifadesine yer vermişti. (…) Milliyetçi gençliğin düzenlediği bir toplantıda Nâzım kastedilerek ‘vatansız piç’ diye slogan atılmıştı. Komünizmin salgın bir hastalık gibi yayıldığına iman eden antikomünistler, Moskova’da, kendi ülkelerinde ‘misyonerlik’ yapmak için binlerce köle yetiştirildiği, bunlar ‘arasında Türkiye’ye salınanların ilk şöhretlisi Nâzım Hikmet’ olduğuna inanmışlardı. Onun hakkında, ‘Komünizmin ne büyük ve ne korkunç bir bela olduğunun henüz bilinmediği yıllarda, satılmış kalemine kabadayıca bir eda da vererek yeni şiir diye kızıl Moskof propagandası yapan bu kabadayı, az kimsenin kanına girmedi’ diye yazılar yazılmıştı. Sovyet hayranı olduğunu gizlemeyen
Nâzım Hikmet, antikomünist yazına göre su götürmez ‘kızıl ajan ve vatan haini’ idi.”[22]
Nihal Atsız’ın kardeşi Nejdet Sancar da 1965’de yayınlanan Komünizme ve Komünistlere Karşı Türk Basını başlıklı kitapta yer alan yazısında,” ‘üç ağızlı geberik komünist’ Hikmetof’un ‘ne iblis’ olduğunu yazmış: ‘Hikmet, Türk halkının ıstırabını sömürerek Türkiye’yi Kremlin’e satmak için uğraşmış ve bu hizmete karşılık da mevki ve şöhret istemiş ve düşünmüştür. (…) Bir kere Hikmet, açlık grevi yapmamış, açlık grevi oyunu oynamıştır. Bu oyun süresince gizli gizli yemek yediği de malumdur.’ Aynı yazıda şairin din düşmanlığına vurgu yapılıyor: ‘Burada çok özür dileyerek bir mısra okuyacağım; ancak bir kelimeyi sade harf ile göstererek: ‘Yeşilin arkasında ne var? B… var…’ Yeşil malum: Din… Yani dinin ardı pisliktir demek isteniyor. Aslında pislik dinin arkasında değil, bu dereceye iğrençleşen yaratıkların ağızlarında, damarlarında, beyinlerindedir…”[23]
Örnekler çoğaltılabilir, ama gerek var mı? Şunu söylemek yetecektir: Nâzım Hikmet şahsında en iğrenç örneklerini döküp saçan (ABD patentli) Soğuk Savaş antikomünizmi, milliyetçilik/şövenizm + İslâmcılık + Sovyet düşmanlığının galiz bir bulamacıdır.
III) 60 ve 70’li Yılların Antikomünizmi
Demokrat Parti, 27 Mayıs 1960 darbesiyle iktidardan indirilir. Ve göreli özgürlükçü yeni bir Anayasa hazırlanır. Yeni anayasa, “komünizme kapalı” ama sosyalizme açıktır. Dahası “ülkenin bölünmez bütünlüğü” için tehdit oluşturmamak koşuluyla toplumun tüm kesimleri için örgütlenme özgürlüğünü güvence altına almaktadır.
Her durumda yeni Anayasa’nın sağladığı serbestiyet çerçevesinde sosyalist bir parti, Türkiye İşçi Partisi kuruldu, örgütlenme özgürlüğü çerçevesinde bir dizi sol dernek sahneye çıktı. Düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde, uygulana gelen serbest piyasa ekonomisine karşı eleştiriler yükseltilerek devletçi, giderek sosyalist bir ekonomi, yabancı sermaye karşıtlığı, köylüye toprak dağıtılması, özel okulların devletleştirilmesi, işçi ücretlerinin yükseltilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi vb. konular kamuoyunun gündemine girecekti. Toplumun her kesimi, ama öncelikle üniversite gençliği, hele ki dünyada 1968 koşullarında, hızlı bir politizasyon içine girdi. 1965 seçimlerinde TİP 15 milletvekiliyle parlamentoya girecekti. İşçi sınıfı, o güne dek kendisine giydirilen sarı sendika gömleğini parçalayarak sınıf temelli bir sendikacılığa yönelirken, köylüler yığınsal katılımlı mitinglerle toprak, taban fiyatları vb. talepler doğrultusunda harekete geçmişti. Bir başka deyişle, Türkiye’de sol, sosyalist, komünist fikirler ilk kez bu denli yığınsal olarak kitlelerle buluşmaktaydı…
Bir başka deyişle antikomünizm ilk kez egemen sınıflar açısından “haklı” bir kaygıya yaslanmıştı. Radikalleşerek TİP’ten kopan gençlik örgütlerinin banka soygunu, insan kaçırma vb. eylemlere yönelmesi bu kaygıyı daha da derinleştirecekti.
Sol örgütler pıtrak gibi biter, sosyalist fikirler kitleler nezdinde taban bulurken, reaksiyon da gecikmedi: 1963’de kurulup kısa sürede ülkenin en ücra köşelerine dek örgütlenen ve Adalet Partisi’nin “tetikçiliği” misyonunu üstlenen (ama aynı zamanda MHP’nin önceli CKMP’ye de göz kırpan), ABD destekli[24] Türkiye Komünizmle Mücadele Dernekleri (TKMD), 1960’lı yılların aktif antikomünist öğrenci örgütü MTTB, Ülkü Ocakları (Kur.: 1968), Mücadele Birliği (1969), Aydınlar Ocağı (1970) … Ve “kızıl tehlike”ye karşı kalemlerinden kan damlayan savaşçıların buluştuğu yayınlar: Milli Hareket, Türk Kültürü, Türk Yurdu, Komünizme ve Komünistlere Karşı Türk Basını, Komünizmle Savaş, Fedai, Bozkurt, Milli Ülkü, Asrın Dini Müslümanlık, Ötüken, Töre…
Bu yayınlarda komünizm “servet düşmanı”[25], Siyonist/mason/Yahudilerin aleti[26], din/İslâm düşmanı,[27] aile/ namus/ haya/ ırz düşmanı[28] ve tabii “Kızıl emperyalizm/Sovyet yayılmacılığının aracı”[29]… velhasıl, her türlü melanet ve şeametin kaynağı olarak betimlenmektedir…
Nâzım Hikmet, 3 Haziran 1963’de Moskova’da yaşamını yitirdi. Yurtdışına gittiği 1951 yılından itibaren, bir yandan edebiyat, bir yandan da barış mücadelesinin bir neferi olarak pek çok ülkeye gitti, şiirleri onlarca dile çevrildi, şiir, öykü, romanları yayınlandı. Ama Türkiye’de hep yasaklıydı: onunla ilgili tek özgürlük, Nâzım’a sövme özgürlüğüydü: Vatan hainliği, “Moskof uşaklığı”, dinsiz-imansızlığı…
Ancak bu zincir, 1960’ların ortalarında kırılacaktır. Türkiye’de şiir kitaplarına değgin yasak 1960’lı yılların ortalarında kadükleşti: 1965’den itibaren Nâzım şiirleri (ve nesir eserleri) gün ışığına çıkmaya başladı. Kitapları devrimci gençler, işçiler arasında elden ele dolaşmaya, büyük kentlerin yoksul mahallelerinde, Alevi köylerinde, kitaplıklarda yerlerini almaya koyuldu. Mitinglerde, grevlerde, üniversite işgallerinde yüksek sesle okunur oldu…
Bu nedenledir ki antikomünistlerin Nâzım nefreti, o öldükten sonra da peşini bırakmayacaktı… Günümüzde dahi, “Nâzım Hikmet” dendiğinde, İslâmcısıyla, Türkçüsüyle “sağ”ın tüyleri diken diken olmaktadır. İşte çok yakın zaman öncesinden, “Soğuk Savaş”ın sonunun ilan edildiği 1990’ların sonrasından kimi örnekler:
- “Nâzım Hikmet kimdir? Dedesi (annesinin babası) aslen Polonya Yahudisi olan Konstantin Borzeçki adlı bir Yahudi’nin torunudur. Anannesi de Alman kökenli Karl Detroit’in kızıdır. Nâzım Hikmet’in Atatürkçülükle de Türklükle de hiçbir ilgisi yoktur. Kendisi SSCB aşığı bir komünisttir. Atatürkçü olmak ve Nâzım Hikmet’in izinden gitmek birbirine tamamen zıt şeylerdir. Kendisini “Atatürkçü” olarak tanımlayan pek çok kişi maalesef Nâzım Hikmet’in ne mal olduğunu bilmemektedir.”[30]
- “Peki ülkücüler Nâzım Hikmet’in vatan hainliği konusundaki fikirlerinden vaz mı geçti? Hayır!.. Birinin yaptığı ya da düşündüğü birçok şey yanlış olsa da herşey yanlıştır demek akla uygun olmaz. Nâzım Hikmet’in milli duyguları okşayan şiirleri de mevcuttur. Bu tip şiirlerini yok saymak haksızlık olur. Ancak diğer yandan, Nâzım Hikmet’in soydaşlarımıza katliam yapan Stalin için Budapeşte radyosunda yaktığı ağıtı unutamayız… Kurtuluş Savaşımız esnasında, 80’lik nineler dahi; tek kolu, tek bacağı olmayan gaziler dahi savaşa giderken, onun astımını bahane ederek savaştan kaçan bir korkak olduğunu unutamayız… Atatürk’ün kapattığı TKP (Türkiye Komünist Partisi)’nin bir üyesi olduğunu, Atatürk’ün kurduğu rejime karşı olduğunu unutamayız… Onun Atatürk’e hakaret ettiği aşağıdaki şiirini de unutamayız… Bunlar, onun haince fikirleridir.”[31]
- “Tozkoparan bombacısı” olarak bilinen faşist militan Ali Oğuzhan Cengiz ile 2004 yılında yapılmış bir röportajdan:
“- Nâzım Hikmet Türk ise ben Türk değilim’ demişsiniz. O satırları yazmış olduğunuz tarihte yıl 1985. Şu an ise 2004 yılındayız çok açık söylüyorum özellikle bu konuda fikirlerinizde bir değişiklik oldu mu?
– Kafa yapım değişmedi, yani geliştim fakat değişmedim. Bugün de farklı düşünmüyorum. Kore’deki komünist kuzey Kore askerlerini mehmetçiğin kardeşi olarak gören zihniyete bugün de karşıyım.”[32]
Nihal Atsız’lardan (Nâzım Hikmet’in mezarının Türkiye’ye getirilmesi tartışmalarındaki zehir zıkkım üslubunu yazının başında zikrettiğim) AKP milletvekili Selçuk Özdağ’lara uzanan ve bu coğrafyanın toplumsal-kültürel ortamını Cumhuriyet tarihi boyunca zehirleyen antikomünizmin durakları, özetin özetiyle böyle.
Bu zehirli dilden en çok nasibini alan kültür-edebiyat insanı, Nâzım Hikmet, hiç kuşkusuz. Soğuk Savaş’ın evvelinde de sonrasında da Nâzım adı, antikomünist histerinin hep boy hedefi olageldi. Antikomünist literatürde Nâzım hakkında çıkan yazılar bu literatürün bütün veçhelerinin, bütün “hassasiyetler”inin, bütün “incelikleri”nin hülasasıdır.
Ama Nâzım yalnız değil… Ondan başlayarak nice şair, yazar, romancı, bilim insanı çekti bu zehirli iklimin acısını… Nâzım yaşamının 12 yılını ülkenin çeşitli cezaevlerinde geçirmişti. Ölüm tarihi onunkinden bir gün öncesine (2 Haziran 1991) rastladığı için adı Nâzım’la birlikte anılan bir başka ozan, Ahmet Arif ise 1950 ve 1952’de iki kez tutuklanacak, 38 ay süren tutukluluğunda kötü şöhretli Sansaryan Hanı’nda ağır işkencelere uğrayacaktı. Refik Durbaş’a şöyle anlatır antikomünist histerinin bedeninde ve ruhunda açtığı yaraları:
“Yıl 1952. Sansaryan Hanı’nda hücredeyim. Çok hastayım. Sorgu çok uzun sürdü. Ben 9 numaradayım. Sağımda 8 numara, onun yanında kapı gibi girilen 7 numara var. 7 numarada Orhan Suda kalıyor. Suda’yı tanımıyorum o zaman, daha sonra cezaevinde tanıştık. 8 numarada ise Muzaffer Arabul kalıyor. O da çok ağır hasta. Onu da sesinden tanıdım, o kadar. Muzaffer pırlanta gibi bir adam, evli, çocukları var. Devlet memuru.
Solumdaki 10 numaralı hücrede Zeki Baştımar vardı. 11 numarada rahmetli Kemal Abi, Kemal Ergin.
Bunları nefeslerinden tanıyorum. Öksürüklerinden.
Benim bulunduğum 9 numaradan bir lağım geçiyor. Üzerinde bir ızgara. Ne kadar akılsızmışım! Lağımı kullanmayıp tuvalete gidiyordum. Tabii küçük sudan başka bir şey yok. Çünkü bana günde bir çeyrek ekmek veriyorlardı. O da kuru bir şey. Bir lokma bile yiyemiyordum. O nedenle sadece su içiyordum.
Sakalım göğsüme gelmişti. Saçlarım keçe gibi olmuştu. Kendimi merak ediyordum.
Küçük bir kibrit parçası buldum. Bir çöp. Onunla duvara çizgiler çizdim. Böylece bir takvim yaptım kendime. Şimdi kesin söyleyemeyeceğim ama, 128 gün saydım. Bulunduğum yerde güneş doğmuyordu. Devamlı elektrik yanıyordu. O da çok kısık.
O lağımın ızgarasına rağmen tuvalete gidiyordum. Ne kadar da kurallara uyarmışım. Çok çıkıyorsun diye kızıyorlardı. Oysa ben su içmek için gidiyordum. Çünkü bir şişe su, bir boş şişe almayı bile akıl edemiyordum.
Bu arada mucize gibi bir şey oldu. Orada çalışan bir teyze vardı. Çok iyi bir kadındı. Temizlik yapıyordu. Öteyi beriyi siliyordu. Bir gün bir fırsatını buldu geldi bu kadın. Nöbetçileri nasıl atlatmıştı? Çünkü hem polisler, hem askerler vardı. Bu kadıncağız bana sokuldu, “Senin adın Ahmed mi?” dedi. Çok yavaş ama, fısıltıyla. Çok korktum. Yüzüne nasıl bir korkuyla bakmışım ki, bana acıdı, bir anne gibi okşadı. Ondan sonra ben “Evet” dedim. “Oğlum iki aydır seni arıyorum ben” diye konuştu. “Niye arıyorsun?” diye cevap verdim.
Gene bir provokasyondan korktum. Kadın gitti, ertesi gün bir kesekâğıdında iki salkım üzümle geldi. Bir de pijama altıyla. Yeni bir pijama değildi. O zamanlar Tursil yeni çıkmış ve modaydı. Belli ki Tursil’le yıkanmış, çünkü kemer lastiğinin olduğu yer yıpranmıştı.
Yavaşça o kesekâğıdını açtım, imkân ölçüsünde yırtmadım. O üzümü yiyemedim, kaç gün orada kaldı bilmiyorum. Ve hüngür hüngür ağladım.Bunu bana kim göndermişti? Bir anne mi, bir abla mı, bir arkadaş mı? Bir sevgili mi? Bu kadıncağız kimdir? Bunları düşünürken o üzüm çürüdü, yiyemedim.
Kâğıdı açtım, dört yahut altı sayfa “Yeşil Holivut” adında bir dergi. Şimdi bile hatırımda. Şöyle yazıyordu: “Sosyetenin kurtlarından Vedat Örfi Bengü gene evlendi.” Derginin kalitesi işte bu. Fakat ben bunu, eski Spartaküs çağındaki Hıristiyanların gizlice İncil’in parçalarını okumaları gibi öyle kutsal bir gizlilik içinde okudum. Gazete bize yasak olduğundan gazetenin adını bile unutmuşum. Yazılı bir şeye öylesine hasrettim.
O güne kadar benim adım tespit edilmemişti. Bir deftere yazılmamıştı. İşte falan oğlu filan, şu tarihte geldi, şu gün gözaltına alındı gibi… Böyle bir işlem yapılmamıştı. Yani ben orada ölseydim nasıl bir tutanak hazırlayacaklardı? Bilemiyorum. Bunu nasıl açıklayacaklardı aileme? Öyle bir kimsesizlik, sahipsizlik içindeydim. Üstelik de çok hastaydım. Boğazım sürekli kanıyordu. Fuzuli’nin dediği gibi: “Ne yanar kimse bana ateşi dilden özge/ Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı.”
Benim orada bad-ı saba bile olamazdı. Çünkü kapalı bir yer, zencirli. Adı üstünde hücre… Ancak bir somya sığıyor. Onun da önünde otuz santimetre bir boşluk ya var, ya yok… Ve duvarlar. Duvarlarda kan lekeleri… Tahtakurusu lekeleri… Bunların arasında da isimler. O isimlerin pek çoğuyla sonradan Harbiye Cezaevi’nde tanıştım. Onların çoğu ağabeyim oldu, arkadaşım oldu. Hepsi de bana onur verdiler.
Kimi orada yarım saat kalmış, kimi beş-altı saat. Benim gibi devamlı kalan yok. Beni alırlarken o zamanki Şube Müdürü Ahmet Topaloğlu bir de espri yaptı: “Hemşerime iyi bir yer verin.” İşte iyi bir yer de buymuş… (…)
‘Mahsus mahâl’deyiz. Bunu bir hile olarak düşünmüşler. Ben mahsus mahâlde, yani gözaltında 15 günden fazla tutulamazmışım. Ama çoğumuz aylarca kaldık. Zaten mahkemede de bir itirazı, hak aramayı önlemek için “mahsus mahâl” diyorlar. Yani Sansaryan Hanı’nın hücreleri…
Şunu anlatayım. Benim onurum kimsesizliğimden dolayı. Gece. Bir kanepede, bir Mehmetçik kolunda tüfeğiyle uyuyor. Bu çocuk buradan sağ çıkmaz, diyor. Belki de ölümümü bekliyorlar. Ateşim sanıyorum 39-40’ı bulmuş. Haftalardır öyle yatıyorum. Ağzım kuruyor. Kanamam sürüyor. Boğazımda damar çatlaması var. Ama “sevda bu” derler ya… İşte o sevda…
Tuvalete çıkayım dedim. Bir de su içeyim. Kapı dışarıdan açılıyor tabiatıyla. Sürgülü. Tıklatıyoruz. Orada bir delik var, onu açıp bakıyorlar.
Kapıya elimi dokunur dokunmaz kapı olduğu gibi yıkıldı. O kanepede tüfeğiyle uyuyan asker var ya, onun üzerine yıkıldı. Benim o kapıyı yüklenip yıkmamın imkânı yok. Bir mukavvayı yırtacak kadar fizik gücüm kalmamış. O kadar hâlsizim. Erimişim. Bütün kaslarım erimiş. Açlığa alışmışım, canım hiçbir şey istemiyor.
O çocuğu, o Mehmetçiği gördüm. Çok utandım. Gözleri yuvalarından fırlamış. Bir patırtıdır koptu. 7 numaranın kapısının kapandığını duydum. Fısıltılar, bağırtılar geliyordu daha önce. Sonra bunun olmadığı, bu sesleri hastalığımdan dolayı duyduğum anlaşıldı. Gözlerimi hastanede açmışım…
Hastanede beni bağladılar. Yatıştırdılar. Şefkatle davrandılar. Önce ameliyat etmişler. Doktora bağırtıları, sesleri anlattım. “Arkadaşlarımın seslerini duydum” dedim. Tabi bunların hiçbiri olmamış.
İnsanın bazı organları çalışmayınca öteki organlar çok çalışıyor. Hücrede gözümüz hiç çalışmazdı. Hiçbir şeyi görmezdik. Çok kısık, karanlığa yakın bir ışık vardı. İşte o zaman kulak çalışıyordu. Kulakla algılıyordun. Ve insan kendi kendisiyle konuşmaya başlıyor.”[33]
* * *
Evet, antikomünizm zehri, bu ülkenin toplumsal, kültürel, entelektüel, estetik yaşamına çok şey kaybettirdi. Düşünsel iklimi çoraklaştırdı; dili kabalaştırdı, vülgerleştirdi, ilkelleştirdi. Ortalama bilinci çok gerilere çekip hamasete, korkuya, nefrete teslim etti. Vicdanları boğdu… Ve bu coğrafyanın “en iyileri”nin, devrimci gençlerin, emekçilerin, aydınların yaşamlarını kuşaklar boyu zindan etti…
Bu zehrin “panzehri” ise, yine “bizim ozanlarımız”ın dupduru, apaydınlık dizelerindedir:
“Daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar.
Dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır.
Safları sıklaştırın çocuklar,
bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır…” (Nâzım Hikmet)
Ve:
“Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip…
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne – üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının…
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.” (Ahmet Arif)
N O T L A R
[*] Kaldıraç Dergisi, No:251, Haziran 2022…
[1] Ahmet Arif
[2] Onur Caymaz, “İşte AKP’nin Nâzım Hikmet Sicili”, Odatv, 3 Haziran 2014, https://odatv4.com/analiz/iste-akpnin-Nâzım-hikmet-sicili-0306141200-59651
[3] Mehmet Raşit Küçükkürtül ve Mehmet Yaşar, “Soğuk Savaş Döneminde Taşrada Çıkan Komünizm Aleyhtarı Kitaplar”, Uluslararası Stratejik Boyut Dergisi 2021; 1(1), s.38.
[4] Cangül Örnek, “II. Dünya Savaşı Yıllarında Türkiye’de Anti-Komünizm”, https://haber.sol.org.tr/gelenek/ii-dunya-savasi-yillarinda-turkiyede-anti-komunizm-7685
[5] Sami Yılmaz, İkinci Dünya Savaşı Sonrası Türkiye’de Sovyetler Birliği ve Komünizm Algısının Toplum ve Kurumların Biçimlenişindeki Etkisi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, 2010.
[6] Nihal Atsız, Komünist Don Kişotu, Proleter Burjuva Nâzım Hikmetof Yoldaşa, (1935) https://huseyinnihalatsiz.com/makale/komunist-donkisotu-proleter-burjuva-gospodin-Nâzım-hikmetof-yoldasa/
[7] Nihal Atsız, a.y.
[8] Abdülazim Şimşek, Türkiye’de Antikomünist Faaliyetler: Propaganda Araçları, Teşekküler ve Portreler (1945-1971). Doktora tezi. Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, 2018, s.274.
[9] Akt.: Barış Özkul, “Mehmet Kaplan: Şiir Eleştirisinde Anti-Komünizm ve Milliyetçilik”, 28 Şubat 2021, https://birikimdergisi.com/haftalik/10503/mehmet-kaplan-siir-elestirisinde-anti-komunizm-ve-milliyetcilik
[10] Onur Caymaz, “İşte AKP’nin Nâzım Hikmet Sicili”, Odatv, 3 Haziran 2014, https://odatv4.com/analiz/iste-akpnin-Nâzım-hikmet-sicili-0306141200-59651
[11] Cangül Örnek, “II. Dünya Savaşı Yıllarında Türkiye’de Anti-Komünizm”, https://haber.sol.org.tr/gelenek/ii-dunya-savasi-yillarinda-turkiyede-anti-komunizm-7685
[12] Ulaş Başar Gezgin, “En Büyük Tehlike: Irkçılık Broşürü Üstüne”, Biamag, 1 Nisan 2017, https://m.bianet.org/biamag/tarih/185024-en-buyuk-tehlike-irkcilik-brosuru-ustune
[13] Böylelikle, daha örneğin, “Sovyet Ordularının açık üstünlüğe sahip olduğu 1944 yılı başlarında Hitler’in, Sovyetler Birliği’ni ‘iki bin yıllık Avrupa uygarlığı için tehdit’ olarak yorumlayan nutku Cumhuriyet gazetesinde, haber formatında, neredeyse bütünüyle yayınlanıyordu.” (Bkz. Sami Yılmaz, agy. s.46)
[14] Şimşek, agy. s.31, dn. 108.
[15] Şimşek, ay, s.61.
[16] İrfan Karakoç, “Nâzım Hikmet Devlet Arşivlerinde”, Kitap-lık, sayı 188, 2014, s.92.
[17] Şimşek, ay, s.121.
[18] “Türkiye’de anti-komünizmin iki ana damarından biri milliyetçilikse diğeri de İslâmcılık/ Muhafazakârlıktır. (…) ABD’de toplumun dine verdiği öneme, kiliselere gösterilen ilgiye, devletin dine referans veren politikalarına ilişkin örnekler İslâmcı yayınlarda kendine yer bulmuş ve Batı’da güçlü dost ABD’nin karşısında, kuzeydeki “kadim” düşman Hıristiyan azınlıkların himayecisi olarak değil; “Allahsız komünizm”in ana yurdu Rusya olarak yer almaya başlamıştır.” (Enes Bahadır Kızak, “Soğuk Savaş Ortamında Anti-komünizm ve Peyami Safa”, 19 Mayıs Sosyal Bilimler Dergisi, 2021, c. 2, sayı 3, s.655.)
[19] Şimşek, ay, s.135.
[20] Şimşek, ay, s.141.
[21] Nâzım Hikmet’in SSCB’ne gidişinin ertesinde dünya basınında yer alan fotoğraflarından biri, Cumhuriyet gazetesinin 12 Temmuz 1951 tarihli nüshasında şu ibareyle basılacaktır: “Kendi tabiriyle Stalin’in yarattığı Nâzım Hikmet, Moskova’ya varınca hepimizin nefretle okuduğumuz mahut beyanatı verdi. Kızıl propagandası plağa aldırdığı bu demeçten bol bol istifade etmeye çalıştı. Nihayet onlar da rahat ettiler, biz de rahata kavuştuk derken, bu sefer resim faslı başladı. Sovyetler, Nâzım Hikmet’in Moskova’da aldırdıkları boy boy, şekil şekil resimlerini bütün dünya fotoğraf ajanslarına dağıtmaya başladılar. Yukarda gördüğünüz resim, bunlardan biridir. Bu fotoğrafı sütunlarımıza geçirirken şair Eşref’in Abdülhamid’e yaptığı tavsiye aklımıza geliyor. Bu tavsiye ‘Resmini teksir edip dağıt ki millet doya doya yüzüne tükürsün’ mealindedir. Biz de yukarıdaki resmi Nâzım hesabına aynı gaye ile basmış bulunuyoruz.” (Fatih Aydın, “Cennetini Kaybetmeyen Şairimize Dair”, Ürün Sosyalist Dergi, İnternet Gazetesi, sayı 9, https://www.urundergisi.com/makaleler.php?ID=124)
[22] Şimşek, ay, s.58.
[23] Onur Caymaz, 2014, ay.
[24] Şimşek, ay. 238
[25] “(Komünizm) aile, meşru evlat, servet, mal mülk istemez, edep ve haya perdesini bir anda yıkar.” (Asrın Dini Müslümanlık, “İslâmiyet ve Bağdaşmadığı İdeolojiler: Komünizm,” Yıl:1, Sayı:2-3, Haziran- Temmuz 1961, s.10.)
[26] Bu konuda özellikle “Siyonizmle Mücadele Derneği” kurucusu Kemal Fedai Coşkuner’in çıkarttığı Fedai dergisi, zengin bir kaynak oluşturur. Bkz. Pınar Tokaş, Fedai Dergisinde Komünizm, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, SBE, Tarih A.B.D., Y. Lisans Tezi, 2018.
[27] İslâmcı antikomünist kalem Nevzat Mat’a göre bu husumet, karşılıklıdır. Yalnızca komünistler “din/İslâm düşmanı” olmakla kalmaz, aynı zamanda “Allah ve resulü de komünistleri insan olarak kabul etmez, onları hayvan olarak görür.” (Nevzat Mat, İnsanlık Düşmanı Komünizm’in Maskesi Sosyalizm’dir, Kardeş Matbaası, Ankara, 1973, s.21)
[28] “Nazarî Komünizmde çocuk, mal ve kadın gibi toplumun müşterek malıdır. Komünizm ana babanın çocuğuna velî ve sahip olma, evlâdına tahsil ve terbiye verme, dinî telkin ve öğretme hakkını tanımaz. Çocuk küçük yaşta ailenin elinden alınır. Devlet müesseselerinde bir devlet malı olarak Komünist prensiplere göre yetiştirilir. Komünist rejimlerde kadın ve erkek gibi mecburi çalışmak zorunda bırakıldığı için işe giden anne, bebeğini zaruri olarak çocuk bakım yuvalarına terketmektedirler. Çocuklar bu kreşlerde anne şefkatinden mahrum olarak büyütülmektedir. (…) Bundan maksat Allah’sız ve dinsiz, uçkuruna düşkün, maddî çıkardan başka bir umde tanımayan bir nesil yetiştirmektir.” (Fehmi Cumalioğlu, “İslâm Komünizm’in Panzehiridir”, Diyanet Dergi, https://dergi.diyanet.gov.tr/makaledetay.php?ID=33042.
[29] İlginçtir ki, İslâmcısı olsun, Türkçüsü olsun, tüm antikomünist cephe, “Amerikan hayranlığı”nda birleşiyordu. Kızıl Tehlike başlıklı kitabın yazarı Tekin Erer, Son Havadis, üniversite gençliğinin 6. Filo’yu protestoya hazırlandığı günlerde, Kanlı Pazar’dan hemen önceki Son Havadis gazetesindeki “Dost filo, Hoş geldin” başlıklı yazısında şöyle diyordu: “Amerikan 6. Filosu, Sovyetlere karşı Türk karasularını koruyacak, bizim yanımızda seve seve çarpışacak, can verecek filodur. Sovyetler boş durmuyorlar, el altından para dağıtarak satın aldıkları bazı adamları ortalığa salıveriyor, bunları 6. Filo aleyhine kışkırtıyorlar.” (Beyza Kural, “Kanlı Pazar’dan Önce Gazeteler, Biamag, 16 Şubat 2013, https://m.bianet.org/biamag/print/144384-kanli-pazardan-once-gazeteler)
[30] https://turkcutoplumcu.org/content/view/1598/139/
[31] https://www.facebook.com/ulkucugd/posts/831208980353099?_rdr
[32] https://www.haber7.com/guncel/haber/23168-ulkucu-bombacidan-itiraflar
[33] Refik Durbaş, “Ahmet Arif anlatıyor: ‘Bana günde bir çeyrek ekmek veriyorlardı’, 30.06.2011, https://www.cafrande.org/ahmed-arif-anlatiyor-bana-gunde-bir-ceyrek-ekmek-veriyorlardi/