Onlar yorgun tanrıçalar; onlar tanrıların yorduğu kadınlar…
Cümleyi nasıl kurarsanız kurun; Yoruldum…Yoruldun…Yoruldu… Yoruldular… Yoruldunuz…Yorulduk…
Yordular…
Tanrının yorduğu kadınlara çıkar bütün yollar. ‘Yorgun..!’ Epeydir bu kelimeye takıldım…
Bu hissettiğim yorgunluk benim kendi yorgunluğum olabilir mi? Ben isem bu, benden bu kadar çok niye var..?
Bir gezegen boşluğuna savrulmuş gibiyim. Boşlukta, tutunacak hiçbir şeyii olmadan öyle savruluyor ve kendi savrulmalarımı izliyorum…
Tanrılar diyarında bir gezintiye çıkmış gibiyim. Bir dokun, bin ah işit misali, yorgun, yıpranmış bir kalabalık içinde geziniyorum. “Hangisini seçsem?” çokluğu içinde. Yolunu çevirip sormaya çekindiğim, yükünü yüklenmekten ödümün koptuğu bu tanrılar kim? Ve niye bu kadar yorgunlar…?
Umuyoruz…. Çok şey umuyoruz bazen. Umduğumuzda bile katlanarak gelen bir yorgunluk dalgasının içinde, sürüklenen bir can içinde binlerce cana dönüşüyoruz sanki. Bize değmeden sönüyor umudun ışığı. Kim söndürüyor bu ışığı? Dünya nüfusunun kaçıyız? Yoksa hepimiz burada mıyız.! Yorgunluk…Sınıflandırılmalı mı? Yoksa büyükten küçüğe doğru sıraya mı girmeli? Neden yine görev almış gibi kategorize ettim şimdi ben bizi..?
İşte o yorgun kadınlardan biri annemdi, biri de benim… Diğeri ablam… Bir diğeri yengem… Öbürü teyzem… Bir de statüye göre, mesleğe, makamına göre, okuduğu okula göre, bulunduğu kimliğe göre, ülkeye, kıtaya dünyaya göre sıfatları var bu yorgun kadınların.
Tanıdığım bütün kadınlar yorgundu…
Annem… O yorgun tanrıçayı ilk olarak hafızamda belirgin hatırladığım bir an var….
Başında katlanmış yorganını, üst üste istif edilmiş diğer yorganlarının üzerine koymak üzere bir odadan diğerine geçiş yapacak belli ki. Sabahın erken saatleri annem bir yandan yatakları topluyor, diğer yandan ağlıyor. Acı çekiyor… onu o küçük gözlerimle izliyorum.
Babam…Sıfat olarak sanki annemden daha evvel belirginleşmişti hayatımda. Babam bir sandalyede oturmuş, karşısındaki sandalyeye bir ayna koymuş elinde tıraş fırçası ile traş oluyordu .
Babam…!! Mis kokardı hep, ceketinin cebine fukaralıktan, çocuklarını mutlu etmek için gramla aldığı beyaz, üzerinden kırmızı şerit geçen şekerler gibi kokardı. (Bir saati, bir de tıraş fırçasıyla, bir gün babamı da yazarım..)
-Baba annem niye ağlıyor? Sen mi kızdın
– Hayır ben kızmadım
-Niye ağlıyor o zaman
– Eniştesi ölmüş ona ağlıyor…
Teyzemin kocası Munzur suyunda boğulmuş. Sonrasında bu hikayelerden çok duydum; Munzur’a kurban gidenlerin derin ve acılı hikayelerini.çç
O gün işte babam annemi, “Hanım” diye çağırdı.
Sanırım o arada artık kendisi için hazırdı. Belli ki annem de işi bitince yola revan olacaklar. Öyle bir hazırlık içindeler. Ben o arada annemin adını duyuyorum ilk defa, içimden annemin adı Hanım mı diye geçirirken…
‘’Annemin adı Hanım mı?’’ diye sordum…
‘’Annenin adı Şahhanım’dır’’ dedi babam..
-Neee…!!! Şahhanım mı? Yarısı yaramaz, ismi çok komik gelmişti, tekrarladım birkaç kez. Belki de babamın dikkatini çekmek içindi…
“Sen Şah ‘ı çıkarıp Hanım mı diyorsun” dedim, yeniden… Güldü babam; çok güzel gülerdi öyle içten, kendi iç dünyasına doğru sanki…
‘’Hayır benim hanımım olduğu için ‘hanım’ diyorum” dedi. Eş demek olduğunu o an hemen algıladım.
Bu kadın benim annem… Halbuki daha öncesinde bir hatıramız daha vardı.
Bir sabah yengem, kalk dedi, bak bir kardeşin oldu. Eskiden metalden leğenler vardı, işte o leğenin içinde göl gibi kanlı su vardı. Bir yandan etrafı toparlıyor yengem, başka kim var hatırlayamıyorum fakat var birileri daha. Annemin kucağında kardeşim…
-Adı ne?
-Cihan
-Ciyan
– Hayır “Ciihannn” dedi… Neyse ki birkaç tekrar sonrası kardeşimin adını söyleyebildim.
Anneme dair, köyümüzden Ovacık’ın ilçesine taşınmak zorunda kaldığımız o yolculuktan bir kare aklımda …Sonrası yine yoktu bende… Halbuki bir annem vardı. Nerde o kadın? O aralıkta kaybolan o kadın çok mu çalışıyordu? Ne çok çocuğu varmış? Hangisine yetişsinmiş..? Bana sıra gelmemiş mi acaba…?
Ve sanki ilk defa o gün babamın anneme seslenişiyle bir uykudan uyanmıştım… Annemi tanıma yolculuğum ismiyle başlamıştı…
Annem ağlıyordu. Annem acı çekiyordu. Annesi acı çekerken, acı duyan bütün çocuklar tanır beni. Daha yeni tanıştığım bu kadın az sonra yola koyulacaktı. Peşinden odaları dolaştım. Anneler üzgünken görmezmiş çocuklarını, sadece çalışırken değil. Kendimden biliyorum… O gün annem beni görmemiş olmalı ki aklımda o ana dair bir sahne yok. Giderken öptü mü acaba? Sanmıyorum…
Demek o acısıyla hazırlanıp çıktılar. Babamın annemin de dahil olduğu bir sülalesi vardı. Oysa ki şimdi annemin de bir ailesi olduğunu öğreniyorum…
Bunu öğrendiğim o günden sonra, hayatıma daha kaç hikayeyi sığdıracağı mı nerden bilebilirdim…?
Annem ve babam kaç günlüğüne gittiler hatırlamıyorum, fakat döndüklerinde yanlarından bir çocuk vardı; yüklerine bir yük daha eklemeyi göze almışlar demek ki.
Çocuğun adı Hasan’dı…
/Devam edecek…/