Cumhuriyet ve demokrasi iki farklı kavram. Ancak belirli bir üretim ilişkileri veya başka bir deyimle gelişme düzeyine erişmemiş toplumlar bu iki kavramın arasındaki farkı bilmek bir yana düşünmüyorlar bile. “Efendiler, yarın cumhuriyet ilan edeceğiz” denildi ve edildi. Mecliste bulunan 334 “efendi”den 158’inin katıldığı oylama ile cumhuriyet ilan edildi. İlan edilenin yönetim değişikliğinden daha çok M. Kemal’in diktatörlüğünün kabulu olduğunu gören 176 “efendi” seçime katılmadı. Yüz yıldır güzellemesi yapılan “Ulu Önder, Ebedi Şef” lakaplarının, o dönemde bile gerçek olmadığı biliniyor. İstiklal Mahkemeleri birer kılıç gibi muhalifleri korkutarak sindirdi ve M. Kemal diktatörlüğünü kurmaya yardımcı oldu.
Cumhuriyet bir yönetim biçimi, demokrasi de öyle. Ancak demokrasi de halk kendi temsilcilerini özgürce belirli bir dönem için seçer. Cumhuriyette ise lider yeterlidir. Dünya geneline baktığımızda ne gerçek bir demokrasi, ne de gerçek bir cumhuriyet olmadığını görüyoruz. Bir liderin veya lidere bağlı bir grubun hazırladığı listelerin onaylanmasından başka birşey olmayan yönetimlerin içinde yaşıyoruz. Kendi kendimizi yöneteceğimiz, karar alacağımız ve öncüye ihtiyaç duymayacağımız günler gelene dek “cumhuriyet ve demokrasi” içinde yaşayacağız.
Bir halkı veya halkları yönetenler, iktidar gücünü elinde tutanlar yani yasa koyucu ve uygulayıcılar, ellerinde tuttukları bu güçle, karşılaşılabilecek sorunlara yönelik tedbirler alırlar. Amaç egemenlikleri altında bulundurdukları kitlenin daha iyi yaşamalarını sağlamak çalışmasıdır. Türk devletinde ise durum değişiyor. Herşey devlet için sloganının eşliğinde şekillenen bir halk var. Devletin bekası için iktidar sahiplerinin kendi çocuklarını öldürdüğü bir geleneğin şekillendirdiği kültürden başka ne çıkabilirdi ki? Soyut bir kavram olan devlet, somut kitleler tarafından yüceltildi ve iktidarıelinde tutanlar böylelikle “devlet” oldular. Yüz yıldır faşizan bir baskıyla yönettikleri halkın ve sömürgeleştirdikleri halkların canlarını aldıkları yetmedi, mallarını da alıyorlar.
Bilimin gelişmediği dönemlerde doğa olaylarının her birine ayrı bir gerekçe bulunarak toplum istenilen çerçeveye sığdırılıyordu, böylelikle, halk, yöneticiyi sorgulama geregi duymuyordu. Çünkü, herşeyi yaratan ilahi güç öyle istediği için öyle oluyordu. Ancak günümüzde koşullar değişti. Bilim hayatımızda çığır açarak birçok doğa olayını önceden bilebiliyor ve nasıl bir tedbir alınacağını belirtiyor. Bu açıdan bakıldığında deprem: tam zamanı olmasa bile yine de bilinebilirliği olan, tedbir alındığında can ve mal kaybının en aza indirildiği bir doğa olayı olarak yaşanıyor. “Fıtrat, kader” gibi inanca yönelik kavramların pek inanırlığı kalmadı.
Bir kez daha görüldü ki, devlet geçmiş doğa olaylarının yinelenmesinin yaratacağı felaketler konusunda hiçbir tedbir almamış. Böylelikle tekrarlara dayalı felaketlerin yıkımını yaşamaktan kurtulamayacağız.
Ellerinde sadece çekiç olduğu için, her sorunu çivi olarak görüyorlar. Tek bildikleri baskı, işkence, zindan ve öldürmek. Hayata dair ne varsa düşmanlar. Umuda, gülümsemeye, sevince düşmanlar. Franco’nun Kara Gömleklileri “Viva La Muerte (yaşasın ölüm)” sloganı atarak insanları öldürüyorlardı, bunlar da aynı sloganın gereğini içtenlikle uyguluyorlar. Aralarındaki tek fark: Kara Gömlekliler, ölmesini de biliyorlardı, bunlar ayaklarına taş, saçlarına rüzgar değmesinden korkuyorlar.
Zamanının erken olduğu düşünülse, bile devletten beklenen yardımlar konusu yine gündeme gelecektir. Bu devletin yapılan yardımları engelleyeceği de biliniyor. Her toplumsal olayda ayrım yaptığı da biliniyor. Savaşa odaklanmış bir devletin yapacağı başka birşey yok. Üstelik yirmi yıldan fazla bir süredir topladığı deprem vergi gelirlerini de diledikleri gibi harcadıkları da ortaya çıktı. Bunca zulüm uygulayan bir devletten yardım beklemek, devletle sorunu olmayan i̇nsanların bir beklentisi olarak gerçekleşebilir ama her dönem devletin hedefinde olmuş farklı milliyet ve inanca sahip i̇nsanların böyle bir beklentiye girmesi, ya devleti yeterince tanıyamamalarından, ya da ne için neye karşı mücadele ettiklerinden haberlerinin olmaması demektir.
Pervin Buldan’ın “bugün iktidarı eleştirmeyeceğiz” açıklaması kabul edilemez bir açıklamadır. Tam da bugün eleştireceğiz, tam da bugün devlet ve iktidar denilen olgunun ne ise yaradığını sorgulayacağız. Ortada iktidar ve devletten kaynaklanan binlerce i̇nsanın canının ve malının kaybna yol açan bir ihmalkarlık var. Sorumlularının hesap vermesini istemek en doğal hakkımızdır. Bu desteklerle birşey elde edileceği sanılıyorsa, aldanılıyor. Tecrübemizle biliyoruz ki, devlet, “düşman” diye tanımladığnı asla unutmaz. Sıkıştığında geçici bir süre susar ama gücünü tekrar kazandığında yine eski devlet olur.
Asgari ölçülerde öz yönetimi talep eden, savunduğu paradigmanın içinde ön sıralarda yer alan devletten ayrı toplumsal örgütlenme modelinin gerektirdiği koşulların henüz oluşturulmadığını da maalesef görüyoruz. Oysa binlerce sayfalık çözümlemeler önümüzde duruyor. Devlete karşı demokratik örgütlenmenin yaratılması hakkında yazılması gereken herşey yazıldı.
İlan edilen OHAL deprem bölgelerinde ne olup bittiğinin saklanması ve çıkması beklenen olası toplumsal protestoların zor yoluyla engellenmesinden başka birşey değildir. Deprem bölgesinde düzen sağlamak amacı olsaydı, çok önceden uzmanların ve başka tecrübe sahibi ülkelerin önerileri doğrultusunda hazırlıklar yapılırdı zaten. Ayrıca başka bölgelerde de aynı OHAL ilanının olmayacağını nereden biliyoruz?
Bu devlet mevcut yapısıyla ne demokratik olabilir, ne de bu yönde çabalara izin verebilir. Bütünleşme, yenileme çabalarını cezasız birakmaz. Kuruluşunun ana ilkesi olan Türklük ve Türkiye Cumhuriyeti’nin “ilelebet payidar” kalması dışında bir amacı olmayan devasa bir savaş aygıtı bu.
Deprem doğa olayı olarak gelir, can ve mal kaybı bırakarak gider. Bir süre sonra can kayıpları dışında yaralar sarılır, hayat devam eder. Ancak hafızamızda yaşayacağımız, kendimizin ve Türk devletinin ne olduğunu unuttuğumuz deprem gelir ama giderken herşeyi beraberinde götürür. Çünkü kimliğini kaybetmiş bir halkın yara sarmaya ihtiyacı yoktur. Artık kendisi sarılması mümkün olmayan bir yaraya dönüşmüştür.