Bu yazının girizgahı bir dizi film girizgahı gibi olsun, olmalı da. Zira yazıda bahsedilen kişiler gerçek kişiler olup, cezaevindeki bu aktörlere dair gözlem ve kanaatler tamamen bana aittir. Bu yazıda bahsedilen fikir ve kanaatlerden ilgili kişiler katiyen mesul tutulamaz.
Demirtaş ve Mızraklı ile yapılan görüşmenin alelade bir cezaevi görüşmesinden fazlasına tekabül ettiğine herhalde kuşku yok. Gazetecilik repliğiyle bu görüşmenin hem haber değeri vardır hem siyasi bir karşılığı vardır. Peşinen belirtmekte fayda var, her iki başkan da söz konusu, Kürt halkının tarihi ve siyaseti olduğunda, kelimenin tam anlamıyla ehli vukuf ehliyetine haizler ve elbette bu feyz verici.
Cezaevindeki bir Kürdü ya da liderini ziyaret etmenin hemen her zaman hüzünlü ve bol çağrışımlı bir tarafı vardır. Hüzünlü bir tarafı var; zira sadece temel haklarını talep ettiği için bunun karşılığı cezaevi olamaz. Çağrışımı var; çünkü, Kürt oldukları için cezaevinde, böyle olduğu ölçüde de hepimizin yerine yatmalarının sembolik manası var ve bu kabul edilemez.
Dostoyevski, Sibirya’da cezaevindeyken bir dostuna gönderdiği mektupta siyasi iddiaya sahip Rus aydınlarının belli bir aşamadan sonra halklaşmaları için, yani halka aracısız değmeleri için cezaevine girmelerinin bir tür okul anlamına gelebileceğini ileri sürmüştü. Şüphe yok ki zindanların Kürt entellektüelizmine ve siyasetine değen böyle kurucu bir yönü varittir.
Kürt liderlerinin sürgün ve cezaevleri ile imtihanı elbette yeni değil. Bedirxan bey Girit’in mavi çöllerine sürülürken, Han Mahmud Rusçuk’un boğucu yabancılıklarına gönderilmişti. Soğuk bir ironi yapılırcasına Şeyh Ubeydullah Mekke’ye sürülürken, Şeyh Abdülselam’ın başı koparılmıştı, hem de bir jön Kürt tarafından. Cumhuriyet dönemi de farklı değildi, Göstermelik yargılamalardan sonra Xalid beyin payına kurşuna dizilmek düşerken, Şeyh Said ve Seyyid Rıza’nın payına da mezarsız soğuk bir toprak düşmüştü. Son Kürt isyanının liderine ise bir ada cezaevi reva görüldü, insansız, yasasız ve kıyısı olmayan bir kayalık. Bu sebeple Demirtaş kısmen şanslı bile sayılabilir, eğer Talat paşanın kokusunun sindiği bir şehirde mahpus edilmeseydi.
Daha evvel de yazmıştım, Demirtaş birkaç açıdan İsrailoğulları tarihinin kült kişilerinden Davut’u andırıyor. Kutsal kitaba göre o günlerde Kral Saul’a kötü bir ruh musallat olup, onu hasta kılmıştı. Danışmanları ona bu kötü ruhtan kurtulmasının tek yolu olarak lir dinlemesini öğütlemişti. Anlatıya göre iyi lir çalan Davut’tan başkası değildi, onun müzikten başkaca özellikleri de vardı, iyi dans ederdi ve iyi bir savaşçıydı.
Cezaevi girişinde Demirtaş’ın on farklı enstrüman çalmayı öğrendiğini ve son istediği enstrüman olarak kemençe ile birlikte içeri girmem bana Davut’un müzik kulağını yeniden hatırlattı. Onun Davut’u çağrıştıran bir başka yönü ise İsrailoğulları ile Kürd oğullarının yazgısı ile bağlantılı içsel otoritelerle sınanma meselesidir. Şöyle: Davut peygamberin siyasi yürüyüşü, İsrailoğullarının tarihindeki çoklu iktidar dönemlerine denk gelmişti. Kült peygamberlerden Samuel hüküm sürüyordu, aynı anda Kral Saul tarihe giriş yapmıştı. Ve ayrıca her ikisinin etrafında örgütlenmiş otorite adayı oğulları vardı. Davut’un sahneye çıkışının hemen her anı bu içsel otoritelerin hükümranlığı ile sınanmakla geçti. Fakat şunu hassaten belirtmekte fayda var, Davut’un sapanına yerleştirdiği taşın hedefinde Golyat vardı, yani kavmini yok etmek isteyen devasa hasım bir güçle, kavminin özgürlüğüne el koyanlarla çatıştı, (mümkün mertebe) kardeşleriyle değil.
Demirtaş’ın siyasi hayatı bu manada da Davut’u anımsatıyor. Türk siyasetinin en tepesi dahil olmak üzere pek çok çevre onu başta Öcalan olmak üzere belirli Kürt otoritelerinin muarızı olarak lanse edip durdu. Sadece Türk siyasetçileri de değil, bizim aramızdakilerin bir kısmı da mütemadiyen onun kulağının çekilmesinin iyi olacağına dikkatlerimizi çekip duruyor. Ne var ki öteden beri o kararlı bir şekilde bu halkın ve hareketin paltosunun içinden çıktığını, buna bağlı olduğunu teyit edip durdu. Siyasi parçalanmışlığın Kürtlerin müzmin kaderi olmaması gerektiğine dikkatleri çekip duruyor, usanmadan. Bu sebeple ona bakılırsa, onu her seferinde Kürt hareketinin potansiyel karşıtı veya muhammen bölücüsü olarak konumlandırmanın bir karşılığı yok.
Ne var ki şu açık: tıpkı Davut’un olduğu gibi Demirtaş’ın da kendine has otonom bir siyasi tarzının olduğunu gözlemlemek mümkün. Tam biat etmek ve/ya müstakil bir güzergah izlemenin dışında özerk bir siyaset biçimi yürütmek bu tip liderlerin alameti farikası gibi görünüyor. Bu elbette zahmetli olduğu kadar yaratıcı olmanın gerektiği bir siyasi stile tekabül ediyor. Tam biat etmek bu tip karizmatik liderleri silikleştirebileceği gibi, tam müstakil bir siyaset de bazen bu tip liderleri susuz bir havuzda yüzmekle karşı karşıya bıraktırabilir. Gerçek şu ki, o kısa sayılamayacak bir süreden bu yana dört duvarla sınanıyor, buna rağmen kendisini oraya tıkan güç de dahil kimseye biat iradesini uzatmış değil, olacak gibi de görünmüyor.
Sırası geldiği için söylemekte fayda var, Demirtaş’ın Kürt siyasetinde öncülük ettiği otonom siyasetin bu koşullarda yürümesi artık muhal. Bir kere bu siyaseti cezaevindeyken ve ağır bir ceza tehdidi altındayken pratik olarak yapması çok zor. İkincisi Kürt siyasetinin son sekiz yıllık baş aşağı giden siyasi anaforunun içinde bunda ısrar etmenin bir rasyonalitesi de kalmadı. Üçüncüsü an itibariyle Kürt siyasetinde ‘parti içinde parti gibi davranma’nın maddi koşulları da yok. Bu sebeple aktif siyaseti bırakma kararı, bana kalırsa Demirtaş’ın son on yıl içinde aldığı en oyun kurucu liderlik kararı. Fakat şu da bir gerçek ki, “siyaseti askıya almak sureti ile siyaset yapmak” şüphesiz Demirtaş’a daha güçlü bir yeniden doğuş fırsatı veriyor. O da bunun farkında ve elbette sosyolojik saati geldiğinde o da rolünü oynayacaktır.
Ne var ki Demirtaş’ın modere ettiği otonom siyasetin açmazlarını konuşmak da gerek. Fakat bunu yaparken özyönetim süreçlerinden bugüne kadar yapılan bütün hataları onun sırtına yükleyip, onu günah keçisi yapmak hem adil değil hem doğru değil. Son on yıllık siyasi manzara içinde kimse bihata değil, o da değil elbette. En basitinden daha gür bir sesle özyönetim süreçlerine itiraz geliştirebilirdi, barış sürecinin kolonlarını çelikten örebilirdi, giderek bir self asimilasyon vesikasına dönüşen Türkiyelileşme siyasetine şerh koyabilirdi, Türkiye siyasetinin genç ve velud bir muhalif lideri olmaktansa, Kürt ulusal mücadelesinin liderlerinden olma pratiğini daha da vecizleştirebilirdi, orta sınıfı tahkim eden lobici siyasete çomak sokup, doğrudan demokrasiyi önceleyen bir siyaset arkalayabilirdi. Fakat yine de bütün bu politik yanlışlıklar elbette sadece onun hanesine yazılamaz, zira Kürt siyaseti demek hiçbir zaman tek başına sadece Demirtaş demek değildi. Görebildiğim kadarıyla bu türden siyasi anomaliliklerin o da farkındaydı, ama ya yeterince önemsemedi, ya da güç getiremedi.
Fakat kabul edelim ki, bu tarz otonom siyasetin Kürt siyaseti bağlamında yenilikçi tarafları da vardı. Bir kere Kürt siyasetini mümkün mertebe bir cephe örgütü hali olmaktan çıkarmıştı, yani “ilk yardım çantası” olmaktan uzaklaştırmıştı. Daha kamil ve kendi ayakları üzerinde yürümeyi öğrenen olgun bir politik duruşa imkan sağlıyordu. Silahların gölgesinden çıkıp, silahlara gölge yapma vasfına haizdi. Değişik Kürt gruplarına dokunan bir gramer geliştirebilmişti, kapsayıcı bir öznelliğin içinden konuşabiliyordu. Tüm bunlarla birlikte müzakereci siyasetin enstrümanlarını etkin olarak kullanıp, dönüştürücü manada Türk toplumunun sert çekirdeğine dokunabiliyordu. Ne var ki bütün bu pozitif görünümlere, barış süreci vesilesiyle malik olabilmişti. Süreç bitince, bu siyasetin de sosyal ömrü tamamlanmıştı doğal olarak.
Öte taraftan tüm bunlara rağmen Demirtaş’ın bir farkı bahsi geçen meselelerde tıpkı Dostoyevski’nin girişteki tespitini onaylarcasına halk namına kendini cesurca eleştirmesi. Şu da açık ki, son on yıllık zaman ekseninde Kürt siyasetindeki fahiş siyasi hataların karar alıcılarının hiç biri özeleştiri yapmadığı halde, onun özeleştirel yaklaşması kıymetli bir tavır. Bir kıymetli gözlem de şu olabilir belki, önümüzdeki süreçte Kürd ve Kürdistani değerlerle çok daha hemhal bir profil görmemiz olası görünüyor. Zira şu paydada hepimiz buluşuyoruz: tam da başımıza gelenlerin tek sebebi Kürt olmamız. Kürt olmayı gölgede bırakarak, Kürtlüğü “halklar halısı”nın altında görünmez kılarak, siyasi mücadele yürütmenin kimseye bir faydası yok. Yer yer sol arabesk kokan ve anonim bir ezilmişlik duygusuna sığınmamızın sonuna gelmiş olmamız güzel.
Demirtaş’ın aktif siyaseti askıya almak suretiyle siyaset yapmasını anlamak isteyenler Memmi’nin Çöl romanını okumalı. Çöle sürülen bir sürgünün hangi kişilik inşası süreçlerinden geçerek, kendine alternatif bir siyasi hat çizip, mücadeleye giriştiği önemli bir paralellik arz ediyor. Öte taraftan siyasetin sadece güncel politik yordamlarla yapılmadığını da yakinen biliyoruz. Arendt’ci manada politikanın amacı eğer özgürlükse, bunun pek çok enstrümanı var. Şimdilik kaydıyla değişik araç ve imkanlarla Demirtaş’ın bilhassa siyasetin gerisi alanlarında Kürt halkının mücadelesine hizmet etmeye devam etmesi, bu ölçekte yeni projelere imza atmaya teşebbüs etmesi, kim ne derse desin mühim bir iştigal.
Seçimden hemen sonra yazdığım bir yazıda Kürt siyasetinin yapısal bir değişim sürecinden geçmesi gereğinden söz etmiştim. Elbette bahse konu yazının içeriği bir ölçüde onu da ilgilendiriyordu. Bu manada ondan da sahici bir değişim mesajı ve benzer tespitleri dinlemek anlamlıydı. Fakat görünen o ki Kürt siyasetinde değişimin kaçınılmazlığını herkes görüyor. Fakat nereye, kimin, nasıl neşter vuracağı soru işareti olarak orta yerde duruyor, tabi buna eşlik eden muazzam bir muhafazakarlaşma duygu bariyerini de eklemek gerek. Şüphe yok ki, bu değişim evrenini ilgilendiren önemli başlıklardan bir tanesi de Demirtaş realitesi. Aradaki otonom zemin kaybolduğuna göre Kürt siyaseti Demirtaş’la ne yapacak? Demirtaş mevcut haliyle Kürt siyasetiyle nasıl yapacak?
Velhasıl siyasette bir dönem kapandı, futbolda da Drogba dönemi kapandı. Drogba’dan İcardi olmasını beklemek zor, daha zor olanı ise takımı forvetsiz oynatmak. Belki de takımın ligden düşme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı şu serseri zaman diliminde bu tartışmaları yürütmenin bir anlamı da yok, kim bilir!