“Derin hakikâtlerin, yazmanın,
resim yapmanın sırrı sadeliktir.
Hayat sadeliğiyle derindir.”[1]
Edgar Degas’nın ifadesiyle, “Sanat sizin gördüğünüz değil, başkalarının görmesini sağladığınız şey”ken; sanatla uğraşmak için derdiniz, amacınız, hayaliniz olmalı. Bunlar olmadan kimse sanatçı olamaz; resim çizemez, şiir yazamaz, film çekemez, vd’leri…
Ya da hayatı bir sanat hâline getirerek sanatçı olunur…
Başka türlüsü mümkün değildir; olamaz da…
Resim sanatı ve ressam için de böyledir bu…
“Nasıl” mı? Sorunun yanıtı Frida Kahlo’nun, “Çiçeklerin resmini yapıyorum, böylece ölmeyecekler”…
Pablo Picasso’nun, “Sizce ressam nedir? Çevresinde gelişen kalp kırıcı veya huzur verici hadiselerin farkına varıp, kendisine şekil veren politik bir kişiliktir. Resim, evleri dekore etmek için yapılmaz. Resim, bir savaş aracıdır”…
Edouard Manet’nin, “İnsanın söyleyecek bir şeyi olmalı. Yoksa olmaz. Her şeyden çok resmi sevmeyince insan ressam olamaz. Hem sonra mesleğin inceliklerini bilmek de yeterli değildir. Duygu ve coşku da gerek. Bilim çok iyi ama bizim için imgelem daha da gereklidir,” saptamalarında saklıdır…
* * * * *
Çok genç cezaevine girip; orada Nâzım Hikmet’in öğrenciliğini yapan; Toplumcu gerçekçilik ekolünden; Nâzım Hikmet’in kadim dostu, yadigârı; -Nuri İyem ile Fikret Otyam tarzına yakın- büyük gözlü Anadolu kadınları ve basit çizgilerin hâkim olduğu yapıtlarıyla İbrahim Balaban yukarıda değindiğim çerçevenin ressamlarındandır.
Köylüyü ve emeği tuale en iyi taşıyan ressamlardan O; Nâzım Hikmet’e ve Raşit Öğütçü’ye (Orhan Kemal’e) adeta bir hayat borçludur.
Nâzım Hikmet’in eserlerinin bir kaçına -‘Mapushane Kapısı’ gibi- şiir yazdığı O; ustasına “Şair Baba” derdi…
68’li yıllarda düzenlediği bir sergi faşistler tarafından basılıp kimi tabloları yırtılan İbrahim Balaban’ın Nâzım Hikmet ile tanışma hikâyesi de şöyledir: Nâzım Hikmet Bursa Mapushanesi’ne gelir. İçerdekiler ondan söz eder. “Kim ki bu Nâzım Hikmet?” diye sorar Balaban. Resim yaptığını öğrenince, “Para vereyim de, benim resmimi de yapsın,” der… “Para almaz,” diyorlar, Balaban büsbütün şaşırıyor. Birisi, “Yalnız boya parası alır,” diyor. Balaban 250 kuruş götürüyor resmini yaptırmak için; tanışıklık böyle başlıyor…
* * * * *
Köyüne ilk kez kâğıt kalem geldiğinde yedi sekiz yaşında ya var ya yoktu… Köyünden kente gidip Yunan heykellerini görüp “dünyasından geçtiğinde” 10, hapishaneye düştüğünde 16 yaşındaydı. Para cezasını ödeyemediği için hapis cezası 3 yıl uzatıldığında, çizdiklerine resim dendiğini; kendisinden başka da resim yapanların olduğunu öğrendiğinde 18.
Kendi anlatmıştı: Hep öte tarlalardaki öküzleri resimliyordu önceleri. “Aha bizim öküz yanı başında, onu da kâğıda geçiriver” dediğinde babası, “Olmuyor baba. O çok yakında, çok büyük, kâğıda sığmıyor”, diyordu “perspektif” sözünü hiç duymamış olan İbram Ali.
Ama İbram Ali’nin duymadığı, bilmediği daha çok şey vardı. Cezaevinde öğrendi, yaptıklarına resim dendiğini…
Kendinden başka, birinin daha resim yaptığını söylediklerinde, inanamadı önceleri, şaştı kaldı. Bu “biri”, Nâzım Hikmet’ti. Balaban’ın resim hocası, “Şair Baba”sı…
Günlerce onu izledi, sonra kendi koğuşuna gidip onun yaptıklarını tekrarladı. Günün birinde Nâzım Hikmet, Balaban’ın çizdiklerini gördüğünde, aralarında şöyle bir konuşma geçti:
“Sen hiç akademiye gittin mi?”
“Akademi nire ki?” (bilmediği bir köy olmalıydı…)
“Liseye?”
Utandı, sıkıldı Balaban, “Hayır.”
“Ortaokula?”
Daha çok ezildi, büzüldü. Şair Baba, şimdi kızacak diye korktu.
“Hayır. Bizim köyde ilkokulun yalnız üç sınıfı vardı…”
Şaşırma sırası şairdeydi. Ve o günden sonra “Dam” ikinci bir okul oldu Balaban’a.
“O öğretiyordu, ben öğreniyordum. Ama çizdiklerim bir türlü resim, tablo olmuyordu. ‘Neden’ diye sordum Şair Babama.”
Yaptıklarının resim olması için, çırağın usta olması için, ekonomi-politik, sosyoloji, felsefe öğrenmesi gerekiyordu. Onları da öğretti Şair Baba.
“Şair Babamla ikimiz buluşmadan önce, el yordamı ile arıyordum kendimi karanlıkta… İlkin onu buldu ellerim. O da alıp koydu beni kendi yerime.”
Köyünde, tarlada çalışan, öküz güden bir çocukken bilirdi ki “Çiçeğin rengi ve biçimi toprağından, ikliminden, doğasından gelir…”
Nâzım Hikmet Okulu’ndan mezun olunca da “tıpkı, çiçeğin, rengi biçimi gibi; sanatçının eserinin de toplumdan, halkının yaşantısından, doğasından tohumlandığını ve geliştiğini” hiç ama hiç unutmadı.[2]
* * * * *
“Dahası” mı?
“Biliyorsunuz büyük bir Türk ressamı var, bir köylü çocuğu, ismi İbrahim Balaban”; Nâzım Hikmet’in böyle tanıtarak, gelişimine katkı sunduğu İbrahim Balaban’ın ‘Bahar’ tablosu hakkında bir de şiiri vardı:
“İşte seyreyle gözüm, hünerini Balaban’ın./ İşte şafak vakti, Mayıs ayındayız.
İşte aydınlık:/ akıllı, cesur, taze, diri, insafsız.
İşte bulut:/ kaymak gibi lüle lüle.
İşte dağlar:/ hem de mavi, hem de serin.”
1921’de Bursa – Seçköy, Osmangazi’de dünyaya gelen İbrahim Balaban, 1942 ile 1944 ve 1947 ile 1950 yılları arasını Bursa Cezaevi’nde geçirirken; Nâzım Hikmet ile tanıştı.
Onun ilgisi sayesinde resim yeteneği ortaya çıktı. Nâzım Hikmet’in etkisiyle Türkiye’nin tanıdığı bir aydın olan sadece Balaban değildi elbette. Cezaevi yıllarında Nâzım, Orhan Kemal’i hikâyeci, Balaban’ı ise ressam olarak yetiştirmek istedi. Nâzım, öğrencilerinden biri olan Balaban’a, “okul” hâline getirdiği cezaevi koğuşlarında resmin yanı sıra felsefe, sosyoloji, ekonomi-politik konularında pratik bilgiler verdi.
“Nâzım Hikmet gerçekten de büyük bir adamdı. Beni kültürle donattı, ressamlığa yöneltti. Bir güneşti ve ben o güneşin içinden doğdum” diyen Balaban, yaptığı tabloların altında Nâzım Hikmet’in görüntüsü olduğunu, bu tabloları Nâzım’ın etkisiyle yaptığını söylüyordu.
Özetle zindanda Nâzım Hikmet’i tanıyıp ondan resim yapmayı öğrendi. 1950’de çıkan aftan yararlanarak serbest kalınca, İstanbul Maya Galerisi’nde açılan bir karma sergiye katıldı. 1953’te gene İstanbul’da düzenlediği ilk kişisel sergisiyle, toplumsal gerçekçi akıma yöneldi. “Birinci dönem” adını verdiği bu sergiyi, 1959 yılından başlayarak çeşitli aralıklarla Ankara ve İstanbul’da açtığı öteki dönem sergileri izledi.
1961’de İstanbul’da Yeni Dal Grubu’na katıldı. Özellikle üçüncü ve dördüncü dönem sergilerini, büyük iller dışında Bursa, Denizli, Aydın, Konya, Burdur ve Antalya’ya da götüren sanatçı, bu dönem resimlerini “Dağınık”, “Nakışsı”, “Ağıraksak” gibi özgün adlar altında topladı. 1979-1980 yıllarında Almanya ve Hollanda’da kişisel sergiler açtı.
1982-1985 arasında çeşitli resim dizileri (Yaşam Kavgası dizisi, 1984; vb.) gerçekleştirdi. 1985 sonu ve 1990’da açtığı sergilerde özellikle Anadolu kadınlarına geniş yer ayırdı (Sivaslı Zühre, vb.). Sanata ve toplumsallığa ilişkin görüşlerini, düşüncelerini Balaban (1962), İz (1965), Şair Baba ve Damdakiler (1968), İzdüşümü (1969) başlıklı yapıtlarında kendine özgü bir anlatımla dile getirdi.
* * * * *
Ayşe Emel Mesci’nin, “Nâzım Hikmet’in “İşte seyreyle gözüm hünerini” dediği ressam İbrahim Balaban, “Şair Baba ve Damdakiler”in İbram Ali’si delikanlı ruhunu ve umudunu hiç terk etmeden geldi geçti bu dünyadan,”[3] diye tanımladığı O; TYS Genel Başkanı Adnan Özyalçıner’in, “Çağdaş resmimizin en renkli ressamlarındandır. Doğanın binbir rengiyle işlediği tablolarında doğayla insanı iç içe verirken yaşamı doğayla olan bütün ilişkileriyle; özellikle köy, köylü yaşamından kaynaklanan bütün o çelişkileri yansıtmıştır”;[4] Haldun Çubukçu’nun, “Şair Baba bir katilden Türkiye’nin en usta, en coşkulu halk sanatçılarından birini, ressam İbrahim Balaban’ı yarattı. İbrahim Balaban da ‘Şair Baba’sına borcunu hiç unutmadı”;[5] Turgay Fişekçi’nin, “Nâzım Hikmet nasıl toplumumuzun onuruysa, Balaban da böyle bir sanatçıdır,”[6] diye tarif ettiğidir…
Kolay mı?
İki bine yakın yağlı boya tablosu, 50’den çok sergisi ve 12 kitabı olan, Nâzım Hikmet’in ‘Köylü ressam’ adını verdiği İbrahim Balaban’ı, mahpushaneden Kemal Tahir’e mektuplarında, “Ben burada bir ressam Yunus Emre keşfettim. Köylü, orta köylü, köy mektebinde okumuş, berberlik ediyor içerde. Ben resim yaparken başımdan ayrılmaz, nihayet bir gün boya istedi, verdim ve ilk iş olarak aynada kendi resmini yaptı. İkinci portre bir şaheserdi ve şimdi üç aydır şaheser portreler yapmakla meşgul. Bütün boyalarımı ona verdim,” diye yazdığı İbrahim Balaban -son röportajında-, “Bu halk bir gün ayağa kalkarsa karşısında dağ olsan duramazsın,”[7] demişti…
O; işte buydu; böyle bir ressamdı…
N O T L A R
[*] İnsancıl Dergisi, No:350, Eylül 2019…
[1] Charles Bukowski.
[2] Zeynep Oral, “… ‘Şair Baba’nın Simyacılığı…”, Cumhuriyet, 13 Haziran 2019, s.13.
[3] Ayşe Emel Mesci, “Balaban’ın Işıkları”, Cumhuriyet, 17 Haziran 2019, s.14.
[4] “Ressam İbrahim Balaban Yaşamını Yitirdi”, Evrensel, 10 Haziran 2019, s.3.
[5] Haldun Çubukçu, “Algözüm Seyreyle Balaban’ı”, Birgün, 10 Haziran 2019, s.15.
[6] Ayça Han, “Balaban Memleketinde Toprağa Verildi”, Cumhuriyet, 12 Haziran 2019, s.13.
[7] Yüksel Şengül, “İbrahim Balaban: Bu Halk Bir Gün Ayağa Kalkarsa Karşısında Dağ Olsan Duramazsın”, 10 Haziran 2019… https://www.sozcu.com.tr/hayatim/kultur-sanat-haberleri/ibrahim-balaban-bu-halk-bir-gun-ayaga-kalkarsa-karsisinda-dag-olsan-duramazsin/