Osman Aytar : O ser verip sır vermeyen bir devrimciydi…

Yazarlar

Bir emekçi baba düşünün, adı Ali Kaypakkaya ve sene 1973. Yakalandığını radyoda duyduğu oğlunu görmek için Çorum’dan Diyarbekir’e yola koyulur ve tüm çabalara rağmen iki defa da ‘eli boş döner’.

Üçüncüsünde umutluymuş oğlunu görmeye, ama 20 Mayıs 1973’te Diyarbekir’e vardığında ona ‘oğlun öldü’ derler.

Aynı hikaye yani; 18 Mayıs’ta katlettikleri, ser verip sır vermeyen bir yiğit devrimci için yine ‘öldü’ demişlerdi.

Gerisini o babadan dinleyelim:

“Askeri hastaneye gittik. Orada morga koymuşlardı. Bana oradan, ”git tabut getir” dediler. Diyarbakır’ın içerisine koştum. Tabut yaptırdım. 60 liraya kefen aldım, pamuk aldım. Bir de formal diye bir ilaç al dediler. Cenaze bozulmasın diye. 20 liraydı sanıyorum, bir de o ilaçtan aldım. Bir hoca geldi, morgdan çıkardık, tabuta koyduk. Belediyeden bir memur getirdim. Üzerine, taşınmasında bir sakınca yoktur diye bir damga bastı, bir yazı verdi elime. İmam, ”Bana 5 lira vereceksin. Oğluna otopsi yaptım, emeğim geçti” dedi. ”Sen niye otopsi yaptın ki oğluma?Oğlum öldürüldü mü?Bir de öldürülmüş insana, nasıl öldürülmüş diye paramparça ettin sen benim oğlumu” dedim. ”Defol şurdan gözüm görmesin seni” dedim. Sonra tabutu iki tekerlekli arabalar var, hamallar omuzlarına takıyorlar, onunla taşıyorlar yükü. Öyle bir hamal getirtmiştim. Cenazeyi oradan çıkartmıştık, tabutu indirdi hamala 5 lira verecektim. ”Ne oldu, bu ne oldu, nedir?” dedi. ”Oğlum” dedim. ”Solcu diye burada öldürüldü. Onun cenazesi” dedi. Adam ağladı, ‘5 liranı almıyorum’ dedi. Onun ağlaması beni temelli rahatsız etti. İyice katılaşmıştım. Karşımda bana ağlayan birini görünce rahatım bozuldu.”

O baba oğlunu memleketine götürmek için her yola başvurur ve parası araba tutmaya yetmediği için tarifeli uçakla götürür kahramanını ve memleketinde onu hem toprağa hem de ailece gönüllerine gömer.

Hangi yürek bu zulme ve yoksulluğa dayanır?

İbrahim’in ölümünden sonra bir gün bir kadın gelir evlerine. Yine babadan dinleyelim:

”Siverek’ten olduğunu, adının Fatma Erez ya da Zeren olduğunu söyleyen bir kadın geldi. ”İbrahimle hücrelerimiz yan yanaydı, geldiler İbrahim’le tartıştılar. Sonra alıp götürdüler. İbrahim’in ayak seslerini, konuşmalarını dinliyordum. Geceleyin de ölü olarak getirip hücresine attılar. Sabahleyin intihar etti diye yaygara kopardılar”. O kasketli fotoğrafının Gaziantep’de çekilmiş olduğunu söyledi, onu da o getirdi. ”Onun da bir eli bir ayağı zincirliydi, mektuplarını yazamıyordu. Yazılarımız, isterseniz bakın, birbirine benziyor. Mektupların bir bölümünü ben yazıyordum. İbrahim yazamıyordu” dedi.”

”Çantadan bir mektup çıkardı. Hatıra defterine yapıştırmış: ”Babacığım” diyor: ”Ben Tunceli’ye kadar takibatsız gelmiştim. Burada bir mağarada kalıyorduk. Bu mağarada uzun süre kaldık. Artık, kalmamalıydık. Bazı kişiler tarafından bilinmeye başlamıştı. ”Arkadaşlarından birisinin dışarıda gözcülük yaptığını, kendilerinin de o Fehmi Altınbilek’in komutasındaki komando birliği tarafından sarıldığını, biren uyanıp karşısında görünce ıslık çaldığını, dışarı fırladıklarını, Ali Haydar Yıldız’ın ve kendisinin de orada vurulduğunu anlatıyordu. Ali Haydar Yıldız ölmüş, o da ölü numarası yapmış. Askerler gelmiş, bunu tekmeleyip geçmiş. Öteki arkadaşları kaçmış bir iki kişi. Biri uçurumdan aşağı atmış kendini, yakalanmamak için. Onlar uzaklaştıktan sonra yaralı olarak kalkmış. Ali Haydar’ı kucaklamış kaldırmak için. Ali Haydar orada ölmüş. Onun öldüğünü görünce kendisi kaçmaya başlamış askerler dönmeden. Gene bir mağaraya sığınmış. İki üç gün kalmış mağarada. Oradan bir köye gitmiş, çok kan kaybetmiş. Ayakları zaten donmuş. Köyde bir öğretmenle karşılaşmış. Öğretmen ben devrimciyim demiş. Bunu görünce tanımış zaten. Resimleri dağıtılmış. Sana yardım edeyim demiş, ben seni tanıdım demiş. Başka imkanı olmadığı için kabul etmiş. İçeri girer girmez, öğretmen kapıyı çekip üstünü de kilitleyince anlamış tuzağa düştüğünü, ama güçsüz kaldığı için kapıyı söküp kaçamamış. Fehmi Altınbilek denilen adam evi çevirmiş. ”Bu vaziyette nasıl kaçıp kurtuldun?” diye sorunca, ”senin gibilerin elinden nasıl kurtulmak gerekiyorsa, o şekilde canımı dişime taktım kaçtım” diye cevap vermiş. Oradan da alıp Mirik mezrasından Kutudere karakoluna kadar yalınayak götürmüşler. Karın, buzun içinde. Sık sık kendisini yere atıyormuş, tekmeleyip kaldırıyorlarmış. Ondan sonra, gene orada şunu diyordu: ”Beni oradan gene Diyarbakır’a götürmek için arabaya bindirdiler, gözlerimi bağladılar, bir yerde arabadan indirdiler. Yerde tahminen altmış santim kadar kar vardı. ”Seni mayın tarlasına sürüyoruz” dediler. Sonra etrafımı kurşun yağmuruna tuttular. Ben, zaten bu ölümü hesaba katmıştım. Ve sonra arabaya aldılar, Diyarbakır’a götürdüler. ” İşte İbrahim, böyle anlatıyordu.”

Fatma Erez 12 Mart’tan önce benim ilkokul öğretmenimdi ve halam ile komşulukları nedeniyle ayrıca bir tanışıklığımız da vardı. Küçükken onun devrimciliği ve yiğitliği konusunda çok şey duymuştuk. O dönemde bir kadın olarak yaptıkları çok önemli idi.

Bu vesile ile Fatma Hoca’ya da selam ve saygılarımı belirtmek istiyorum.

Bilmem bu devrimci yiğit İbrahim Kaypakkaya hakkında fazla söze gerek var mı, bir babanın ağzından öyle içten ki bu sözler. Hem Kemalizm hem de Kürt sorunu konularında, iyi bir duruşa da sahip bir devrimciydi o.

Kaypakkaya’nın ”Bütün Yazılar” (Genişletilmiş biçimiyle)” eserinde Kürt sorunu konusunda ifade ettiği düşüncelerinden bir tanesi ki halen de güncelliğini koruyor:

”Bu, hakim millet şovenizminin ta kendisi değil midir? Sözde milliyetlerin eşitliğinden yana görünüp, gerçekte devlet kurma imtiyazını sadece Türklere tanıyarak, Kürtlerin devlet kurma hakkını “ulusal birlik”, “toprak bütünlüğü” gibi demagojik burjuva sloganları ile ortadan kaldırmak en adi bir tarzda milliyetler arasındaki eşitsizliğin ve Türk burjuvazisinin imtiyazlarının savunuculuğunu yapmak değil midir? Sosyalistler, her hangi bir ulus lehine en ufak bir imtiyaza, bir eşitsizliğe dahi karşıdırlar. Oysa Türkiye’de ulusal devlet kurma bugüne kadar bir ulusun, Türk ulusunun bir imtiyazı olagelmiştir ve durum halen de böyledir. Biz komünistler, hiç bir imtiyazı savunmadığımız gibi, bu imtiyazı da savunmayız, savunmuyoruz. Kürt milletinin devlet kurma hakkını olanca gücümüzle savunuruz ve savunuyoruz. Biz bu hakka sonuna kadar saygılıyız; biz, Türklerin Kürtler üzerindeki (ve başka milliyetler üzerindeki) imtiyazlı durumlarını desteklemeyiz, biz kitlelere bu hakkı tereddütsüz tanımayı öğretiriz, devlet kurma hakkının her hangi bir ulusun tekelinde imtiyaz olmasını reddetmeyi öğretiriz.”

Ser verip sır vermeyen, yiğit devrimci ve enternasyonalist İbrahim Kaypakkaya’yı Diyarbekir zindanlarında katledilmesinin yıldönümü vesilesiyle, hem onu, hem ondan tam dokuz yıl sonra yine Diyarbekır zindanlarında 18 Mayıs 1982’de bedenlerini ateşe vererek Kürdistan şehitleri kervanına katılan Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin ve Necmi Öner’i, hem de değişik zaman ve mekanlarda zalımların işkence tezgahlarında kaybettiğimiz tüm insanlarımızı sevgi ve saygı ile yürekten anıyorum…

*

Kaynak: İbrahim Kaypakkaya’nın babası Ali Kaypakkaya’nın tüm anlatımı için bak: https://www.cafrande.org/babasi-ibrahim-kaypakkayayi-anlatiyor-bir-defa-yuzunu-goreyim-dedim-ama-gostermediler/

İlginizi Çekebilir

Günay Aslan : Amerika-İran gerilimi ve Kürtler  
Hüseyin Topgider : Biz olmasak da dünya döner

Öne Çıkanlar