Ararat Kartalı: İhsan Nuri Paşa

GenelGündem

“Tarihçi olmak asla boyun eğmemek  demektir. Her şeyi denemek, bilgilerimizdeki boşlukları doldurabilecek her şeyi test etmek anlamına gelir.” (Lucien Febvre)

Ramazan Kaya, Kürd Araştırmaları Dergisi için yazdı:

Günümüzde tarih yazımı ve tarih felsefesi üzerine önemli eserler veren George Mason Üniversitesi tarih bölümü hocalarından Zachary M. Schrag’e göre: “Tarih insanların ve yaptıkları tercihlerin incelenmesidir.”[1] Tarihin tercihlerin incelenmesi olarak çerçevelenmesi diğer tarih yöntemlerinin betimlemeye ve aktarmaya dayalı çalışmalarından elbette ayrılır. Çünkü bir insanın neden o yolu değil de, bu yolu seçtiğini açıklamak artık tarihin işidir. Tercihlerin incelenmesinde tarihçiler, insanların tercihlerinin farklı olması durumunda olayların da farklı yönde gelişeceğini, tarihin seyrinin bambaşka olacağını kabul ederler. Naomi Lamoreaux’nun belirttiği gibi birçok tarihçi “ırk, sınıf, toplumsal cinsiyet ya da etnik köken olarak tanımlanan kimi gruplara ait sıradan insanların âmilliğine sahip olduğunu, bu insanların hayatlarının tamamen onlar adına belirlenmiş olmadığını, kendi tercihlerini yapabilecek alana sahip olduklarını göstermeyi”[2] amaçlamaktadır. Tarihin determinist bir kurgudan ve büyük olayların tek taraflı aktarılmasından kurtarılıp, çok daha geniş insan deneyimi keşfine açılmasıyla birlikte; sömürge uluslar, kadınlar, etnik, dini ve cinsel azınlıklar ve siyahiler üzerine çalışmalar da önem kazanmaya başladı ve insanın yapabileceklerinin sınırı ve tarihteki rolü tarihsel çalışmaların çerçevesini belirledi. Tarihsel olayların ve yapıların yorumunu çoğaltmak için kişisel hikâyeler ve hatıratlar elzemdir. Kimi bireylerin yaşam hikâyeleri aynı zamanda bir ulusun tarihinin kaydı ve hikâyesidir.

Elbette hiçbir fert bir parmak şaklatma hareketiyle dünyayı değiştirecek süper güce sahip değildir. Tarihçiler insan eylemini şekillendiren ve sınırlandıran tarihsel ve toplumsal şartlar, devralınan direniş mirası ve kendisine karşı mücadele edilen gücün sınırları, iklim koşulları, teknoloji ve sermaye gibi insanın iradesini aşan etkenlerin varlığını da her zaman dikkate alırlar. Karl Marx’ın o meşhur tespitiyle söyleyecek olursak: “İnsanlar tarihlerini kendileri yapar, ama bunu kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar altında değil, doğrudan karşılarına çıkan, verili ve geçmişten aktarılan koşullar altında yapar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği yaşayanların beyinlerine bir karabasan gibi çöker.”[3] Ancak duvarda her zaman kaçabilmemiz için delikler ve imkânsız denilen şeylerin içeri sızması için çatlaklar bulunur. Tarih dediğimiz şey, bir anlamda tarihsel şartların yükselttiği isyan dalgalarına binme cesaretini gösteren insanların galip veya mağlup serüvenleridir zaten. Mağlupların serüvenleri ekseriyetle büyük tarih tarafından kayda geçmediği için, kaybeden asilerin ağzından, kaleminden dinlenmeye muhtaç bir tarih de her zaman vardır ve var olacaktır.

Sözlü anlatılar, hatıralar, biyografiler ve mektuplar, ezilenlerin bir kolektif belleği olarak son yıllarda tarihsel kaynaklara dahil edilmeye başlanmıştır. Bir halkı, bir dönemi veya bir ülkeyi birbirinden farklı düşünce ve hislerden tamamen ayırarak, herkesi kapsayan bir anlamlandırmanın altında toplamak, tarihsel olarak tatmin edici olmaktan uzaktı. Her ne kadar özünde toplumsal deneyimler tarafından şekillendirilmiş olsa da birey asla bunlardan sadece birine indirgenemez. Zaten tarihçinin görevi, heterojen materyaller üzerinden bir birlik yaratmak ya da geçmiş hakkında tekil bir söylem inşa etmek değil, çoğullaşmış söylemlerin orkestral senfonisini zenginleştirmektir. Biyografik yaklaşımının tarihler arasında giderek artan bir kabul görmesinin nedenlerinden biri, mikro tarihçilerin tarihsel bir olgu olarak bireye yaptıkları vurgudur.[4] Yirminci Yüzyıl’da “mikro tarih veya kişiselleştirilmiş tarih” olarak tanımlanan bu yeni tarihsel yöntemin temel özelliği, bir halkın gözünden yazılmış bir tarih olmasıydı veya gündelik hayat tarihi. Annales ekolünün uzun zaman aralıklarına, tarihsel üst anlatılara ve geniş coğrafi alanlara yaptığı vurgu, bireylerin günlük yaşamlarını nasıl yaşadıklarına dair herhangi bir anlayış sağlama konusunda tamamen başarısız oldu. Bireyler, küçük bir topluluk veya belirli bir olay mikro tarihin inceleme alanıydı artık. Bir kişinin hayatı ne kadar tekil olursa olsun, onu incelemenin değeri, onun biricikliğinde değil, o bireyin hayatının bir bütün olarak, bir kültürü veya toplumu nasıl etkilediğinde yatıyor. Bireyin yaşamının nasıl değiştiği ve insanların yaşamlarının ve seçimlerinin bir parçası olan çeşitli faktörler (cinsiyet, milliyet, sosyal sınıf, eğitim seviyesi) tarafından nasıl şekillendirildiği mikro tarihin bir nevi en önemli çalışma alanıydı. Tarih yazımının da “öznel bir unsur” olduğu mikro tarihçilerin veya genel olarak tarihçilerin inkâr edeceği bir durum değildir artık. Son yıllarda tarih felsefesi alanında tarihçilerin öznelliği tartışması “tarihsel deneyim” başlığına yerini bırakmaktadır. Bu da “tarihin bireylerin eylemlerinden oluştuğu kabulünün yeniden canlanmasını beraberinde getirdi.

Ancak tarihçiler çok eskiden beri, birinci şahıs anlatımlarının her zaman güvenilir olmadığını dikkate alırlar. Çünkü, çalkantılı olaylara bizzat dâhil olan insanlar genellikle o anda bulundukları küçük alanın ötesinde ne olup bittiğini bilemeyecek kadar meşguldür ve çoğu zaman bu kısıtlı bakış açısından gördükleri şey âdeta karanlık bir camdan görünene benzer. Ancak yine de bu kişisel anlatılar insanların geçmişte etraflarındaki dünyayı nasıl algıladıkları, onları mobilize eden duygu ve düşüncelerin ne olduğu konusunda önemli bilgiler barındırıyorlar. Ayrıca kimi hatıralar ile arşivler arasında çoğunlukla bir örtüşme vardır, bu hatıralar bir nevi belgeli kayıtlardır; başka tarihsel belgeler, şahıslar ve kaynaklar tarafından teyit edilmişlerdir.

İnsanların geçmişte yaptıkları, tüm o sayısız siyasi tercihler ve eylemler, dünyayı dönüştürmek isteyen ve adalete ihtiyacı olan insanlar için şüphesiz bir umut kaynağı olmuştur. O iradi eylemler, insanlara bugün de bir şeylerin değişme ihtimalinin mümkün olduğu cesaretini ve kudretini kazandırmıştır, günümüzdeki tarihsel algıları şekillendirmiştir. İhsan Nuri Paşa tam da bu bağlamda kendi tercihiyle, iradi eylemiyle, Kürdistan tarihine yön vermiş, bir Azadi Örgütü üyesi olarak bu örgütle birlikte Kürtlere modern bir ulus olmanın tahayyülünü kurdurmuş, Kürdistan tarihindeki ilk modern askeri örgütlenmeye öncülük etmiş bir isyan lideridir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisine bahşettiği bütün imkan ve ayrıcalıklardan feragat etmiş bir ulusal kahraman, bir “Ararat Kartalı”dır. Yıllarca Osmanlı imparatorluğu ordusunda görev almış, imparatorluğa yönelik birçok ulusal isyanı bastırmış, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarda binbaşılığa kadar yükselmiş, bir Türk komutanın kız kardeşi olan Yaşar Hanım’la evlenmiş, otuzlu yaşlarında bir Kürdün tüm bu unvanları ve korunaklı bir yaşam seçeneğini reddedip, Ağrı’da başlayan isyanının askeri ve siyasi lideri haline gelmesi, her açıdan öğrenilmeye ve anlaşılmaya değer bir hayat hikâyesidir. Bu yazıda yakın zamanda yayınlanan Sedat Ulugana’nın değerli çalışması İhsan Nuri Paşa’nın Anıları – Ağrı İsyanı Raporları ışığında bu isyan liderinin hayatına ve isyan günlerine yakından bakmaya çalışacağız. Osmanlıca Türkçesi ve Ermenice (çok küçük bir kısmı Kürtçe, Farsça ve Fransızca) kaleme alınmış bu raporlar bize bilmediğimiz bir tarihin kapılarını aralıyor. Sedat Ulugana yakın dönem Kürdistan tarihinin çalışkan bir araştırmacısı olarak, bu raporları ve anıları titizlikle derleyerek, sömürgeci tarihin yarattığı ezberleri ve kulaktan dolma birçok yanlış bilgiyi yerle bir etmektedir. Özetle, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşaması ve sonrasında Kürdistan’da gerçekleşen katliamları, isyanları ve bu isyanlara öncülük eden şahsiyetleri tarih sahnesine yeniden taşımaktadır. “Sonuç olarak Resmi tarihin irticai bir “eşkıya hareketi” olarak tanımladığı Ağrı İsyanı’nın, aksine modern bir nizama ve politik ulusal bir vizyona sahip olduğu tezini son derece kuvvetlendiren bu raporlar tarihe ışık tutacaktır.” (2023: s.17).

İhsan Nuri Paşa Kimdir?

İhsan Nuri Paşa, Cibran aşiretine mensup bir isyan lideridir, 1892 yılında Bitlis’te Eliyê Qulî Sokağı’ndaki bir evde dünya gelmiştir. Anılarında çocukluğuna dair ayrıntılı bilgiler bulmak pek mümkün olmasa da, İhsan Nuri’nin babası İbrahim, uzun bir süre Bitlis’te savcılık yapmıştır. Aile 1930’lardan sonra “Yalçın” soyadını alır. “İhsan Nuri’nin anılarından anladığımız kadarıyla annesi Malazgirt civarındaki Hesenan aşiretinin reislerinden Halit Ağa ailesine mensuptur. Hesenan Aşireti Hafif Süvari Alaylar Kumandanı Kaymakamı Fetullah bey onun dayısıdır.”[5] Sonrasında Hesenan aşiretinden Seyitxanê Seydo ve Berazi aşireti lideri Alican’ın bu isyana dahil olmasında bu akrabalık bağlarının da rolü olacaktır. Kan bağları o dönemde her zaman mobilize edici bir güç olmuştur. İlkokulu Bitlis’te bitiren İhsan Nuri, eğitimine Bitlis Askeri Rüştiyesi’ne devam eder. 1906’da Erzincan Askeri İdadisi’ne girer, iki yıl sonra da İstanbul’a gidip Harbiye’ye kaydolur. Akabinde 31 Mart vakasını bastırmak için Hareket Ordusu saflarına katılır. 1910’da Harbiye’den subay olarak mezun olur olmaz, aynı yıl Arnavutluk’a gönderilir ve orada Arnavut isyancılarına karşı savaşır. Arnavutluk ve Yemen isyanlarını bastırma çabaları, bu isyanları ve amaçlarını yakından tanımak aynı zamanda İhsan Nuri Paşa’da Kürt milli duygularının ve bilincinin gelişmesini de tetiklemiştir. Zaten İstanbul’a döndüğünde Kemal Fevzi, Memduh Selim gibi önemli yurtsever Kürt şahsiyetleriyle bağlantılar kurar ve Jin Gazetesi için yazılar kaleme alır.

Anılarda dikkate değer bilgilerden biri de Bakü’de bulunduğu esnada Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Mustafa Suphi ile bir araya gelmesidir. Mustafa Suphi’ye ilişkin izlenimlerini anılarında şöyle aktarır: “Lenin’in arkadaşı Mustafa Suphi (Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri, daha sonra Mustafa Kemal tarafından öldürüldü) Bakü’deydi. Aslen Türkiyeli idi. Çok saygı görüyordu. Kendisiyle birkaç kez buluştuk, ama fazla heyecan ve coşku duymadım” (s.37). Zaten Kızıl Ordu’nun Bakü’yü ele geçirmesinden sonra Erzurum’a geri dönmek zorunda kalır ve Deli Halit Paşa’nın komutasında Kars ve Ardahan’da Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti kuvvetlerine karşı savaşır. Ancak Halit Paşa’nın resmi emrine rağmen Ermeni sivil ve esir askerlerin öldürülmesini reddeder. Halit Paşa’ya şöyle yazar: “Benim sahip olduğum ahlak ve taşıdığım kültür yaşlı, kadın, erkek ve çocukların katledilmesine asla izin vermez.” Hatta bu esirlerin bir kısmının hayatını kurtarır, hayatını kurtardığı esirlerden biri de sonrasında Ermenistan’ın ilk sağlık Bakanı olacak olan Doktor Artashes Babalian’dır. Bu olay üzerine devletin kendisine yönelik kuşkuları daha da artar, Batı cephesine atanan Deli Halit Paşa, onu da yanında götürmek istese de İhsan Nuri Kürdistan’dan uzaklaşmayı düşünmemektedir. Ayrıca Kürt subaylarıyla birlikte oluşturmaya çalıştığı komite ve Kürtlük vurgusu Sarıkamış’ta konumlanmış olan Dokuzuncu Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir’in dikkatinden kaçmaz ve İhsan Nuri apar topar Iğdır’a tayin ettirilir. O dönemde Cibranlı Xalit Bey’in öncülüğünde Azadi örgütlenmesi kuruluş aşamasındadır ve İhsan Nuri Paşa bu hareketle yakından ilişki halindedir. Kısacası “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ilan edildiği Ekim 1923’te, İhsan Nuri, bu çiçeği burnunda cumhuriyetin doğu sınırını korumakla meşgul olan birliğin kumandanıdır” (s.23). Ayrıca 1922 yılında İstanbul’da belli sınıfsal ayrıcalıklarla büyümüş ve Iğdır’da görev yapan subay abisine sığınmış olan Yaşar Hanım’la tanışır ve evlenirler. Yaşar Hanımla olan fırtınalı ilişkileri ve Yaşar Hanım’ın o günlere dair anılarının kapsamlı bir değerlendirmesi için Kürd Araştırmaları Dergisi’nde yayınlanan “Yaşar Hanım’ın Anıları ve Kadın Anlatılarının Tarihsel Önemi” yazısına bakılabilir.[6]

Cumhuriyet yönetimi tarafından Nesturi ayaklanmasının bahane edilerek İhsan Nuri’nin Şırnak’a gönderilmesi onun ve Kürtlerin tarihinde bir dönemeçtir ve yeni bir sayfanın açılmasını hazırlayacaktır. Şırnak’tayken rütbesi binbaşılığa yükseltilir. Azadi teşkilatı da o tarihlerde bölgede çalışmalarını Kürdistan’da hızlandırmış durumdadır. 3-4 Eylül 1924 gecesinde Beytüşşebap bölgesinde İhsan Nuri önderliğinde meydana gelen ve Azadi hareketinin örgütlediği iddia edilen vaka  Kürdistan tarihinde her ne kadar “Beytüşşebap İsyanı” olarak geçse de, işin aslı başarısızlıkla sonuçlanan bir plandan ibarettir ve bu başarısızlığın neticesinde İhsan Nuri Paşa ve arkadaşları ordudan firar etmek zorunda kalmışlardır. İhsan Nuri, “artık Türklere hizmet etmek, Kürtlere karşı suç işlemektir” düşüncesine varmış bir komutan olarak  Rasim, Tevfik, Hurşid ve Ali Rıza (Azadi liderlerinden Yusuf Ziya Bey’in kardeşi) gibi birkaç yurtsever Kürt subayıyla birlikte Askeri Alayı ele geçirmek için harekete geçmeleri gerektiğine karar verir. Son plan şudur: Gece yarısı Alay Komutanı çadırında uyurken teslim alınacaktır. Hertuşi aşiretine mensup heyecanlı Hurşid Bey bu göreve talip olur. İhsan Nuri, sonrasında bu görevlendirmeyi hayatının en büyük hatası olarak kabul edecektir. Gece komutanın çadırına yaklaşırken çıkan seslerden, gürültülerden ötürü komutan uyanınca Hurşit Bey görevi gerçekleştirmeden yanındaki sekiz askerle birlikte kaçar ve “Beytüşşebap İsyanı” diye tarihe geçen isyan girişimi daha ilk adımda başarısızlığa uğrar, ve orduda bu isyana destek vermiş tüm Kürt subaylar firar ederler. Kimi kaynaklara göre de isyanın başarısız olmasının sebebi Bitlis vekili Yusuf Ziya Bey’in kardeşi Teğmen Ali Rıza’ya gönderdiği yanlış deşifresi yapılan bir telgraftan kaynaklandığı belirtilir. Bildiğimiz en önemli gerçek, İhsan Nuri Paşa Siirt ve Şırnak bölgesine geçmeden önce Erzurum’da Azadî lideri Cibranlı Halid Beyle görüşmüştü, gerekli talimatları almıştı, Azadi hareketiyle birlikte bir isyan hazırlığı içindeydi. Netice itibariyle başarısız, hayata geçmemiş, ölü doğmuş bir isyandır “Beytüşşebap İsyanı.” Zaten bu başarısız girişimden sonra, 10 Ekim 1924 tarihinde Azadî liderlerinden Yusuf Ziya, kardeşi Teğmen Ali Rıza ve Bahaddin, damadı Faik ve aşiret reisi Hacı Musa ve 70 gün sonrasında da Azadî lideri Cibranlı Miralay Halid Bey yakalanırlar.

İhsan Nuri Paşa da firar ettikten sonra bir daha geri dönmez ve Garzan-Beşiri-Diyarbekir hattından ilerleyerek Mardin mıntıkasına geçip oradan Suriye’ye, Suriye’den Irak’a, sonrasında da İran’a nasıl geçtiklerini anılarında tüm ayrıntılarıyla anlatır. Bağdat’tayken tutuklanma tehlikesi yaşarlar. Zaxo Mebusu Hazım Bey gelip kendilerini serbest bıraktırır. Ancak Bağdat’tan çıkmaları yasaklanmıştır. Ermeni Taşnak Komitesi üyesi Leon Paşa, Doktor Şükrü Sekban ve Seyyid Taha devreye girip Bağdat’tan çıkmalarını sağlar.

Akabinde Şeyh Said ayaklanması da yenilgiyle sonuçlanır, bu yenilgi sonuçları itibarıyla Kürtler için tam bir ulusal felaket olur. Tüm öncü kadroları İstiklal Mahkemelerinde formalite bir şekilde yargılanıp idam edilirler. Kürdistan virane bir haldedir, güvensizlik, korku ve yılgınlık her yeri sarmış durumdadır. Bu kahredici şartlar altında sadece iki direniş üssü vardır: “Biri Suriye topraklarında bulunan Hewêrkan aşireti reisi Haco Ağa’nın hanesi, öbürü de İran topraklarında bulunan Şikakili aşireti reisi İsmail Simko Ağa’nın köyüdür” (s, 27). İhsan Nuri, Şeyh Said ayaklanması esnasında Bağdat’da bulunmaktadır. İsyanın yenilgiye uğramasından sonra İran üzerinden Bağdat’a gelen Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza’dan isyanın akıbetini tüm ayrıntılarıyla öğrenir ve kahrolur.

1926 sonlarında İran’a geçen İhsan Nuri, Simko Ağayla da temas kurar. Ancak bu aşiret reisinden umduğu ulusal desteği bulamaz maalesef. Sedat Ulugana’nın da dikkat çektiği gibi bu anılar ve raporlar aracılığıyla çok çarpıcı bir tarihsel gerçeği de öğrenmiş oluyoruz: “Bilinenin aksine İhsan Nuri, Hoybun tarafından Ağrı Dağı’na gönderilmemiştir. İhsan Nuri Ağrı’ya gittiğinde Hoybun daha kurulmamıştır, hatta Hoybun’un kuruluşunun ilan edileceği Birinci Kongre Tertip Komitesi İhsan Nuri’nin Ağrı’ya gitmesine karşı çıkmıştır” (s, 29). İhsan Nuri, Irak, Suriye, İran hattında yeni bir ulusal direniş için mekik dokurken Ağrı Dağı’nda başlamış ve hâlihazırda devam eden bir direniş vardı zaten. Ağrı Dağı’na sığınmış olan Celali Aşireti Konfederasyonu (Hesesoran kabilesi) reislerinden Biroyê Heskê Têlli tarafından başlatılan başkaldırı kısa bir sürede politik bir muhtevaya kavuşmuştu. Aynı zamanda firarda olan Edoyê Azizi, Ferzende Beg gibi aşiret reisleri ve sürgün edildiği bölgeden firar eden eski Hamidiye Alayları zabiti Halis Bey isyan merkezine dahil olmuşlardı. İhsan Nuri, Hoybun’un kuruluşunun ilan edileceği kongreye davetli olduğu halde katılmaz ve Eylül 1927 yılında Türkiye hududundan içeri girer ve isyan bölgesine geçerek Ağrı İsyanı’nın merkezi aktörü haline gelir. 21 Kasım’da Civîna Agirî Kurdîstan’ı (Ağrı Kürdistan Cumhuriyeti) ilan eder.

İsyan Zamanları
“Ulusumuzun çocukları o günlerde ulusunun özgürlüğünü korumak için kahramanca savaşan bu serdengeçti fedailerin yürüttüğü cengi kendi gözleriyle görselerdi ne güzel olurdu.” İhsan Nuri Paşa

O günün şartlarında tam teşekküllü, gayet modern bir örgütlenme modelidir Ağrı Kürdistan Cumhuriyeti. Ala Rengîn bayrağı, Kürdistan tarihinde ilk defa burada göndere çekilir. Zaten “bayrak meselesi” Hoybun’un kuruluş kongresinde bu biçimi ve renkleriyle resmi olarak kabul edilmişti. Bu bayrak ilk kez 1920 yılında İstanbul’daki Kürt teşkilâtında düzenlenmiş, kararlaştırılmıştı. Ayrıca “mıntıka meclisi kongresini yirmi yedi azanın katılımı ile 5 Ekim 1928 tarihinde gerçekleştirir. Kongrede meclis başkanlığına Zilan Bey (Ardeşir Muradyan), sekreterliğe Molla Sunullah Efendi, birinci mıntıka başkanlığına Biroyê Heskê Telli seçilir. Ayrıca meclisin yürütme kuruluna Ferzende Bey, Musa Birgi, Eyup Heskê Telli, Elo Beşo aza olarak seçilirler” (s. 47). Cemşid kod ismini alan İhsan Nuri Paşa’nın askeri bilgi ve tecrübeleri doğrultusunda bütün isyan güçleri, askeri bir nizama kavuşturulur, askeri eğitim ve marşlar her gün düzenli tekrarlanır, subaylar için rozetler hazırlanır, belli bir iş bölümü eşliğinde siyasi ve askeri görevler azami ölçüde yerine getirilmeye çalışılır. Bayezid tren istasyonundan ele geçirilen tellerle, kurtarılmış bölge sayılan köyler arasında yaklaşık on tane telefondan oluşan bir telefon hattı oluşturulur. Bir çok savaşçıyı hayrete düşürecek Şapirograf tekniğiyle basılan Agrî isminde bir gazete bile çıkarılır. Ayrıca çocuk yaşta Kürdistan’dan kopan ve askeri okullardaki yaşamı dolayısıyla Kürtçe bilmeyen İhsan Nuri Paşa, isyan saflarında ana dilini de belli oranda öğrenecek ve sonraki yıllarda anılarının bir kısmını da Kürtçe yazacaktır. Ağrı’da Kürt ulusu adına hutbe veren yurtsever imam Mela Sunullah da isyan saflarındadır. Aslında “Ağrı Dağı İsyanı olarak tarihe geçen bu Kürt başkaldırısı bir manada Şeyh Said İsyanı’nın devamıdır. Şeyh Said’in silah arkadaşları olan eski Hamidiyeli Hesenan, Cibran ve Heyderan aşiret efradı ve Celali aşiret konfederasyonuna bağlı Hesesorî kabilesi reisi Biroyê Heskê Têllî ve mahiyeti ile Kemalist elitin Sünniliği revize etme çabalarından rahatsız olan bazı Nakşibendi-Halidi şeyhler Ağrı Dağı’na sığınır” (s. 61). Kısacası Ağrı Dağı, o günlerde Türk faşizminden kaçan Kürtlerin bir nevi “Nuhun Gemisi”dir.

Bu kadar savaşçının yemek ve lojistik ihtiyacı da başlı başına önemli bir sorundu elbette. Ortada halkın güçlü bir ekonomik desteği söz konusu değildir, Hoybun’un vadettiği altınlar da hiçbir zaman buraya ulaşmamıştır. Haliyle bulunan çözümlerden biri de şu olur: “Bir gün fedai gruplarımızdan biri, Adilcevaz mıntıkasındaki Süphan Dağı’na gitmişlerdi. Tacirler orada koyunlarını otlatıyorlarmış. Fedailer tacirlerden yemek için bir koyun istiyorlar. Tacirler bu isteklerini geri çeviriyorlar. Onlar da ısrar etmiyorlar. Ağrı Dağı’na döndüklerinde bunu bana ilettiler. Ben hemen Ferzande’nin kumandasında yüz süvariyi oraya gönderdim. Gidip o tacirlerin üç bin koyununu Ağrı Dağı’na getirdiler. Bu koyunları savaşçılar arasında pay ettim” (s. 147). 1930’lara kadar bir şekilde İran üzerinden isyana lojistik destek sağlanır. Ancak isyanın zamanla genişlemesi, Van, Erzurum, Muş ve Bitlis vilayetlerine yayılmasıyla birlikte Türkiye Cumhuriyeti de sert askeri önlemler alır. Hoybun’un Erciş şube reisi Mehmet Bey (Mamo Kurdi) İhsan Nuri Paşa’dan azade olarak Erciş’e saldırır, saldırı kısmen başarılı olsa da sonuçları tam bir felaket olur. Dokuzuncu Kolorduya bağlı birlikler Zîlan deresini kuşatır, Ağrı Dağı’yla birlikte yürüyen mücadele hattı tamamen kesilir. Yardım çağrıları maalesef karşılıksız kalır ve Zilan bölgesindeki köylerde çok büyük bir katliam gerçekleşir, binlerce köylü öldürülür, onlarca köy yakılır.

Direniş safları zaman içinde yavaş yavaş çözülmeye başlar. Bunda devletin ilan ettiği Af Kanunu da rolü büyüktür şüphesiz. Örneğin gayet nüfuzlu Şeyh Abdülkadir gibi güçlü figürler bu af kanunundan yararlanarak köylerine geri dönmüşlerdi. Yine Ağrı Dağı kuşatılmadan önce Ağrı Dağı’ndaki Haydaran ve Celali aşiretinin reislerine devleti temsilen Dokuzuncu Kolordu Kumandanı Salih Paşa af teklif etmişti. Birkaç Haydaran reisi ve aile gidip teslim olmuşlardı. Sonra öğreniliyor ki, devlet, teslim olan bu reisleri sopalarla döverek öldürmüştü.

Hoybun’un mektuplaşmalarda iddia ettiği gibi mücadele sahasını genişletme, Kürdistan’ın farklı bölgelerinde direniş cepheleri oluşturma ve Ağrı’ya askeri ve ekonomik destek yollama girişimleri hiçbir zaman tam olarak gerçekleşmedi. Belli bazı askeri girişimler elbette oldu lakin bu askeri girişimlerin içinde sadece “Oramar İsyanı” etkili olabilmişti. “Şeyh Ahmed Barzani ve Mela Mustafa Barzani’ye bağlı kuvvetler Oramar nahiyesindeki askeri birliği yedi gün boyunca kuşatmış, kuşatma altındaki birliğin yardımına gelen Şemdinli’deki Hudut taburu ağır kayıplar vermişti. Lakin 28 Temmuz sabahı başlayan ağır hava bombardımanı sonucu, Barzani birlikleri Oramar nahiyesindeki kuşatmayı kaldırarak akşamüzeri geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Ayrıca Haco Ağa da Nusaybin civarındaki küçük bir hudut karakoluna baskın yapabilmiş, Berazi aşireti kuvvetleri Suruç hattından içeriye girememiş, Dersim’e giden Osman Sabri yarı yolda geri dönmek zorunda kalmıştı” (s. 53). Ayrıca İran ve Sovyetler Birliği’nin bu isyanın bastırılması için Türkiye ile anlaşmaları Ağrı için en büyük darbe oldu. Türkiye, İhsan Nuri’nin İngilizlerin adamı olduğu ve İngilizlerin yönlendirmesi ile hareket ettiği propagandasını yürütüyordu. Kürtlerin ve Ermeni Taşnak Örgütü’nün yaptığı ittifak ve Ağrı Dağı’nda Ermeni Taşnak temsilcisinin de bulunması, Türkiye ve Sovyetlerin birlikte hareket etmesini kolaylaştırdı. Sovyetler, Ermenilerin, Sovyetlere yönelik bağımsızlık çabalarından zaten rahatsızdı haliyle Lenin, Mustafa Kemal ile birlikte hareket etmeyi seçti. İran devleti de, İran toprağı olan Ağrı Dağı’nın öbür yamacını direnişçilerin kaçışını engellemek için Türk devletine bırakmıştı.

İsyan’ın yenilgiye uğramasındaki temel sebep elbette devasa güç farkıydı, devletin asker sayısı ve teçhizatı adeta bir ülkeyle savaşmaya yetecek oranda konuşlandırılmıştı. 6 Eylül’de otuz bin askerden oluşan devasa bir orduyla Ağrı kuşatmaya alınmıştı, kayıplar hızla artmaktaydı. Ele geçirilen hamile kadınların bile karnı süngü ile deşiliyordu. İhsan Nuri Paşa’nın tabiriyle ortalık Kerbela’ya dönüşmüştü. “Savaş ortasında kalan kadın ve çocukların ağlamaları, figan ve feryatları göğe ulaşmıştı. Etrafımızdaki çember gittikçe daralmıştı. Kadınlar “Bizi öldürün düşmanın eline geçmek istemiyoruz” diye yalvarıyorlardı. Bütün bu nedenler Ağrı Dağı’ndan ayrılmamızı zorunlu hale getirmişti (s. 202). Ağrı Dağı’ndan bu şekilde ayrılmak İhsan Nuri Paşa’yı çok derinden üzer, yüreğine kor bir ateş düşürür: “Son gün ben, İbrahim Paşa (Biroyê Heskê Têlî) ve bir oğlu, üçümüz ayrıldık. Ayrılmadan önce Romilerin karşısındaki bir tepeye Kürt bayrağını diktim. Bir mermiyi gece için sakladım. Diğer bütün mermileri harcadım. Akşam dağdan aşağıya indik. Kürt bayrağını orada, dikmiş olduğum tepede bıraktım. Böylece hem Romiler Ağrı’nın doruklarından indiğimizi anlamayacaklardı hem de Romiler ile birlikte bize karşı savaşan Kürtler, Kürt bayrağını görecek, evlerine gidip başkalarına anlatacak, ihanetlerinden ötürü utanacak ve çocuklarının, torunlarının beddualarına maruz kalacaklardı. Ağrı Dağı’ndan ayrılmamız çok acıklıydı. İnsanın gözü çıksaydı, gözlerinin önünde çoluk çocuğu öldürülseydi bu kadar canını yakmazdı” (s. 205).

İran Günleri

İsyan’ın yenilgiye uğramasından sonra İhsan Nuri Paşa, 1930 sonbaharında İran’a sığınmak zorunda kalır. Kimi dönemler çok ciddi ekonomik sıkıntılar yaşarlar, yürek burkan bir sefaletle boğuşurlar. İhsan Nuri Paşa kamyonculuktan tutun da, fabrika işçiliğine kadar bir dizi işte çalışır. Eşi Yaşar Hanım’ın yaptığı dikiş nakış işleri bir süre geçimlerini sağlar. Bir Ermeni dostunun önerisiyle son ziynet eşyalarını da satarak bir taşıma otomobili alırlar. Ancak otomobil beklenen parayı kazanamaz, taksitlerini ödeyemez duruma gelirler ve zamanla arabayı taksitlere karşılık olarak rehin bırakırlar. Kimi zengin Kürtlere borç para talebiyle yolladıkları mektuplar da cevapsız bırakılır.

“Bu günlerde Yaşar, Memduh Selim Bey ile Kadri Cemil Paşa’ya benden habersiz bir mektup yazıp göndermişti. Aradan fazla zaman geçmedi, Suriye’den 1.800 tümen gönderdiler. Böylece arabayı ipotekten kurtarıp sattım ve borçlarımı ödedim” (s. 223). Yıllar içinde devletin kendisine ödediği maaşın makul miktarda artmasıyla kısmen bu darboğazları atlatırlar.

Buradaki yaşamı boyunca kültürel ve siyasi çalışmalara ağırlık verecektir. İran’da elbette hiçbir zaman özgür bir yaşam sürdüremedi, İran devleti için önemli bir politik rehineydi. Kısacası sefalet ve tecritle kuşatılmış bir hayattı. Konferans ve panel konuşma metinleri dahi önceden SAVAK’ın kontrolünden geçirilir. İran’da bulunduğu süre zarfında Mahabat Kürt Cumhuriyeti’nin kurucu heyeti ve İran KDP genel sekreteri Abdurrahman Qasımlo’yla ilişki kurar, önemli konularda birçok Kürt siyasetçi ile fikir alışverişinde bulunur. Bunun yanı sıra 1960 yılında Avrupa’daki Kürt öğrencilerinin Kürt dili çalışmaları için Berlin’de  düzenledikleri bir kongreye davet edilir ve katılır. O sırada Berlin’de bulunan Doktor Kamuran Bedirhan ile de görüşür. “Yarım saat sonra Kamuran Bey geldi. O güne kadar hiç görüşmemiştik. Çok sevindim, birlikte bir kafeye gittik. Reşit Arif de Berlin’deydi. O da yanımıza geldi. Ertesi gün İsmet Şerif Vanlı yanıma geldi ve beni kongreye götürdü. Eğitimli ve bilinçli Kürt gençleri beni tanıyorlardı, bana büyük bir alâka gösterdiler. Elbette bu onların Kürt ulusal davasına duydukları ilgiden kaynaklıyordu” (s.226). Ayrıca 1975 yılında çok hasta haline rağmen Mustafa Barzani hareketinin yenilmesi üzerine Mele Mustafa Barzani ile Tahrandaki bir hastane odasında gizlice görüşür ve kendisini teselli eder, üzüntülerini paylaşır.

Bir sabah evinin bulunduğu caddede karşıdan karşıya geçerken bir motosikletin çarpması sonucu yol kenarına savrulur, bu kendisinin başından geçen ilk trafik kazası değildir. Daha önce üç sefer daha kendisine motosiklet çarpmıştır. Bu sefer hemen hastaneye kaldırılır. Kimse, bu yaşı sekseni geçmiş uzun boylu ihtiyarı tanımamaktadır. Eşi Yaşar Hanım kısa bir süre sonra hastaneye gider ve haykırarak kendisine çarpan motosiklet sürücüsünün yakasına yapışır: “Çarptığın adam kim biliyor musun? O Kürtlerin kurtarıcısı İhsan Nuri Paşa’ydı! Koca devletlerle savaştı ama hiç yıkılmadı!” Evet! İhsan Nuri Paşa, mücadele arkadaşlarının deyimi ile “Ararat Kartalı” ardında şanlı bir miras bırakarak bir haftalık koma sürecinden sonra 25 Mart 1976 sabahı Tahran Sina Hastanesi’nde sabaha karşı ebediyete göçtü” (s. 58). Savaş ve çaresizliklerle geçen uzun ömrünü Kürdistan’ın bağımsızlık idealine adayan bu kararlı Kürt, 46 yıllık sürgün yaşamına rağmen son nefesine kadar bu idealden asla vazgeçmedi. Kendisinin de bizzat vurguladığı gibi, Ağrı İsyanı ile yaratmış olduğu “milli ruh gelecekte bir nehir misali Kürdistan’ın en ücra topraklarına dahi nüksedecek ve bu nehrin önünü hiçbir bent kesemeyecek”ti. Ölenlere saygı borcumuz var, yaşayanlara ise tarihsel hakikatleri anlatmak.

Kaynakça 

1-) Zachary M. Schrag, Tarihçinin Zanaatı – Tarih Araştırması İçin Bir Rehber, Vakıfbank Kültür Yayınları

2-) Sedat Ulugana, İhsan Nuri Paşa’nın Anıları – Ağrı İsyanı Raporları, Dipnot Yayınları

3-) Hans Renders, Binne De Haan, Jonne Harmsma, Biyografik Dönemeç, Tarih ve Sosyal Bilimlerde Biyografi’nin Yeniden Keşfi, Vakıfbank Kültür Yayınları

4-) Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. Erkin Özalp, Yordam Kitap

Dipnotlar

[1] Zachary M. Schrag, Tarihçinin Zanaatı – Tarih Araştırması İçin Bir Rehber, Vakıfbank Kültür Yayınları, s.29

[2] Naomi R. Lamoreaux, “Rethinking Microhistory: A Comment,” Journal of Early Republic 26 (2006): 559.

[3] Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. Erkin Özalp, Yordam Kitap, s.19

[4] Sigurdur Gylfi Magnusson, Bir Mikro Tarih Yaklaşımı Olarak Biyografi, Biyografi Dönemeç kitabı içinde, Vakıfbank Kültür Yayınları

[5] Sedat Ulugana, İhsan Nuri Paşa’nın Anıları – Ağrı İsyanı Raporları, Dipnot Yayınları, s.18

[6] Ramazan Kaya, Yaşar Hanım’ın Anıları ve Kadın Anlatılarının Tarihsel Önemi: http://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-247

 

İlginizi Çekebilir

UNICEF: Nijerya’da her 3 çocuktan 1’i ciddi gıda yoksulluğu yaşıyor
Dengbêjiyê de heyama serhildan û trajediyên Kurdan

Öne Çıkanlar