6-7 Eylül 1955 gerçeği ne bir ilkti, ne de son oldu…İT ve onun gizli örgütü Teşkilât-ı Mahsusa’nın, 1915 yılında bir Türkleştirme politikasının acımasız sonucu olarak uyguladığı soykırımın devamıydı 6-7 Eylül’de yaşananlar.
ANADOLU’NUN OTOKTON HALKI RUMLARIN HÂLİ[1]
SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
“Geçmiş asla sona ermez,
hatta geçmez bile.”[2]
Murathan Mungan’ın, “Bu ülkede zaten her şey çok krizde. Her şey çok çabuk kırılacak bir yapı gösteriyor. Hep irili ufaklı krizlerden geçiyoruz. Dahası, Türkiye’nin kendisi bir kriz ülkesi… Krizde olmayan bir şey var mı? Eğitimimiz krizde, adaletimiz krizde, ekonomimiz hep krizde, demokrasimiz hep krizde, gerisini siz çoğaltın,”[3] diye tarif ettiği acılı coğrafyamızın malum ve meş’um tarihinin mimarının lanetli egemenler olduğunu bilmeyen var mı? Hâlâ varsa ne yazık…
O hâlde “Tarihin en yaratıcı dönemleri en fırtınalı dönemleri olmuştur ve hâlâ da öyledir,”[4] uyarısını “es” geçmeden bugün(ler)e o tarihten geldiğimizi unutmayıp; Albert Camus’nün, “Sizin ahlâkınız benim ahlâkım değildir. Vicdanınız da benim vicdanım değildir,” saptamasını düstur edinmekte büyük yarar vardır.
Çünkü tarihin, muazzam bir erken uyarı sistemi olduğu malumdur. John Sheran’ın, “Gelecekte bizi nelerin beklediğinin en iyi falcısı, geçmişte başımıza gelenlerdir,” sözlerindeki üzere…
Bu çerçevede Anadolu’nun otokton halkı Rumların hâli meselesine geçersek!
- I) TARİH NOTLARI
İstanbul Rum Toplumu, 1453’de Fetih’ten sonra “milleti mahkûme” (hükmedilen toplum) uygulamasının devreye soktuğu özel şartlarda yaşamışlardı.
Söz konusu uygulamaya göre, gayrimüslim toplumlar birçok kısıtlayıcı önlem ile ağır vergilere (haraç, angarya, devşirme sistemi, mülk edinememe, defin izni, yapılaşma yasağı, vs.) maruz bırakılmışlardı.
Kısıtlayıcı şartlar Osmanlı İmparatorluğu’nun XIX. yüzyıldaki Batılaşma girişimini zeminini oluşturan Tazminat (1839) ve Islahat Fermanlarının (1856) ilanı ile kısmen giderilse de, esasta fazla bir şey değişmedi.
1850-1908 kesitinde İstanbul Rum Toplumu -mevcut ayrımcılıklara rağmen!- İmparatorluğun diğer bölgelerindeki Rum toplumları ile ekonomi, eğitim, kültür ve sosyal alanlarında ilerlemeler kaydetti. (1913’de İstanbul Rum nüfusu, toplam 750.000 olan İstanbul nüfusunun 310.000 gibi büyük bir bölümünü oluşturuyordu.)
Tanzimat, Islahat, I. ve II. Meşrutiyet Dönemleri’nde Osmanlı Rum toplumunun liderleri ile çoğunluğu Osmanlı İmparatorluğunun çoğulcu ve çok uluslu ve hukukun üstünlüğü temelinde bir devlete dönüşebileceğine inanıyordu. Ancak Ege’den Rumların sürülmesiyle başlayan trajik 1908-1922 kesiti bu inancı tekzip etti.
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) döneminde, Osmanlıları yöneten İttihat Terraki Cemiyeti (İT), İmparatorluğun Hıristiyan halklarına sınırsız bir şiddet uyguladı. Söz konusu süreç Rum toplumları için 1922 sonbaharına kadar süren savaş ile Anadolu ve Doğu Trakya bölgelerindeki Rum toplumlarının yok olmasıyla noktalanmıştı.
İstanbul Rum toplumu ise, Lozan görüşmelerinde karara bağlanan mübadele dışında tutulup, 1923 Ekim’inde T.C vatandaşlığına alındı.
İstanbul Rum nüfusu yanısıra, İmroz (Gökçeada) ve Bozcaada Rumları Lozan Antlaşmasının öngördüğü şartlar altında T.C’de kaldı. Ancak İstanbul Rum nüfusun yarısı idari önlemler aracılığı ile (mübadeleden istisna alanın Lozan’da öngörülen vilayet yerine şehremini sınırları ile tanımlanması ve nüfus kayıtlarındaki eksiklikler) terke zorlanarak, 125.000 kadarı kalabilmişti. O dönemde İstanbul’un toplam nüfusu 750.000 idi.
Azınlıkların korunması kapsamında Lozan Antlaşması’nın 37-44. maddeleri ile Türkiye de kalan Müslüman-olmayan azınlık haklarının korunması için, dönemin çok ilerisinde, ciddi şartlar ve garantiler öngörmekteydi. Örneğin antlaşmanın 44. maddesine göre, “Türkiye, bu kesimin bundan önceki maddelerdeki hükümlerin, Türkiye’nin Müslüman-olmayan azınlıklarıyla ilgili olduğu ölçüde, uluslararası nitelikte yükümler meydana getirmelerini ve Milletler Cemiyetinin güvencesi altına konulmalarını kabul eder,” deniyordu.
Ancak kısa zamanda bu korumaların sadece kâğıt üzerine kaldığı görüldü. T.C Hükümetleri sürekli olarak azınlıkların bir iç tehlike olduğu ilkesine yaslanan azınlık karşıtı politikalarını tırmandırdı. Nüfus oranı Osmanlı döneminde yüzde 35’lerden, Cumhuriyetin ilk yıllarında yüzde 2’lere geriledi.
Yani Lozan Antlaşması’ndaki “Azınlıkların Korunması” şartları 1923-1940 döneminde sistematik olarak ihlâl edildi.
Örneğin Lozan Barış görüşmelerinde Türk Heyetinin başkan yardımcısı Dr. Rıza Nur’un, 2 Mart 1923’deki Meclisin gizli celsesindeki “Akalliyetler (azınlıklar) kalmayacaktır…” diye başlayan açıklaması her şeyi yeterince anlattır.
Ayrıca Rum okullarındaki 160 öğretmenin azledilerek işten çıkarılması gibi, Rum okullarına müdahaleler…
Ya da T.C’nin, Lozan görüşmelerinde (10 Ocak 1923), Ekümenik Patrikhane’nin İstanbul’da kalmasını kabul etmesine rağmen, Partikhane’ye birçok engeller, sınırlamalar koyması ve 30 Ocak 1925’de Patrik VI. Konstantin’in bir trene bindirilerek sınır dışı edilmesine kadar uzanan uygulamaların bir kaçını daha aktarırsak…
- Devrin T.C. Hükümeti aynı zamanda kendisini Türk-Ortodoks Patriği ilan eden Eftim Karahirsaridis-Erenerol’a destek vererek[5] (Türk-Ortodoks Patrikhanesinin kuruluş izni Ankara hükümetinin ilk kararlarından biridir) Karaköy’de zengin dört kiliseyi işgal etmesine izin verilmiş bu cemaatsiz organizasyon 80 yıl boyunca Ekümenik Patrikhane’ye karşı aktif saldırı aracı olarak kullanılmıştır.
- Osmanlı pasaportu ile İstanbul’dan ayrılan 40.000 Rum’un firari olarak tanımlanarak mallarına ve mülklerine el konulması.
- Devlet ve yabancı şirketlerde çalışan bütün Rumların işlerinden zorla çıkarılmaları (1923-1924).
- İstanbul Rum Edebiyat Cemiyetinin kapatılarak (1923) zengin arşivine ve kitaplarına el konulması. Aynı zamanda Heybeliada Rum Ticaret Yüksek Okulu ve Fransız-Elen Lisesi’nin kapatılması.
- Lozan antlaşması ile aile hukuk yetkilerine sahip olan Rum Milli Meclisi’nin baskı ile feshi (1925).
- İstanbul Barosuna kayıtlı Rum avukatların ¾’ünün üyelikten çıkarılarak meslekten men edilmesi.[6]
- 24 Ocak 1924 değişiklikle eczane açma yetkisi “Türk bulunma” meselesine bağlanması, İstanbul doğumlu Yunan vatandaşı eczacıların işsiz kalmalarıyla sonuçlandı (1924).
- Mübadeleden istisna olan 12.000 Yunan vatandaşı Rum’un göç ettirilmesi.
- Çok sayıda Vakıf gayrimenkulüne el konulması ile tek mütevelli ataması ile vakıf yönetimi seçimlerinin uzun süre iptali…[7]
Vb’leri gibi T.C şahsında sürdürülen sermayenin Türkleştirilmesine müteallik ihlâller, gasplar listesini uzatabiliriz.
- II) VARLIK VERGİSİ
Honore de Balzac’ın, “Her büyük servetin ardında, büyük bir suç yatar,” betimlemesiyle tanımlanması mümkün olan sermayenin Türkleştirilmesinin önemli uğraklarından birisi de “Varlık Vergisi”ydi…[8]
Lozan Antlaşmasına rağmen 1940-1946 yılları arasında azınlıklara karşı uygulanan sistemli baskı politikaları tarafından çıkarılan gizli bir kararname ile 18-45 yaşları arasında olan bütün (40.000) gayrimüslim erkekler amele taburlarına sevk edilerek çok ağır şartlarda ve İstanbul’a gelme izini verilmeksizin, yol, hava alanı ve bina inşaatı gibi işlerde, çok zor koşullarda çalıştırılmıştır. Hatta zaman zaman özel inşaat firmalarına işçi olarak da kiralanmışlardır.
Tarihte bu olay “20 Kur’a Nafia Askerleri” olarak bilinir. Bu uygulamanın savaşın yön değişimiyle devre dışı bırakılması (Kasım 1942) çok anlamlıdır. Terhisin savaş Avrupasında olanlar ile alâkâlı olduğu gibi, ayrıca birçok yoruma da açıktır. Yaşlıların Trakya’daki, daha genç olanlar ise İç ve Doğu Anadolu bölgelerinki toplama kamplarına yığıldığı uygulamada Nafia askerlerinin önemli bir kesimi üçüncü kere askerlik yapmıştı.
1941’in Mayıs ayında, Nazi güçlerin Yunanistan ve Yugoslavya’yı işgal etmelerinin ardından, devrin tek parti hükümeti çıkardığı Varlık Vergisi ile (1942-1944) azınlıkların ekonomisini tasfiye etti.
TBMM, ekonomik sorunlara (karaborsacılık, ihtikâr, vb.) gönderme yaparak 11 Kasım 1942’de, 350 milletvekilinin oy birliğiyle yasayı onayladı.
Söz konusu verginin oranı Müslümanlara/ Türklere ortalama yüzde 4.94 iken, Hıristiyanlara/ Rumlara yüzde 156 idi.
Uygulama gayrimüslimler için bir ekonomik felaketten başka bir şey değildi. Vergiyi uygulayan İstanbul Defterdarı Faik Ökte,[9] trajediyi kapsamlı olarak gözler önüne serer.
Örneğin verginin 10 günde ödenmesi şart koşulmuş ve bu sürede ödenilmediği takdirde mal ve mülklere haciz konularak, derhâl açık artırma ile satışa çıkarılması öngörülmüştür.
Tahsil edilen rakamın ödenecek miktarı karşılamaması hâlinde gayrimüslimler, Aşkale ve Kop Dağı’nda, Sivrihisar’daki toplama/ çalışma kamplarında hayat boyu -zorunlu çalışma kamplarında günlük ücret 1.5 liradır- çalışmaya mecbur edilmişlerdir. Oysa ortalama 500.000 lira borçlandırılan bir Rum vatandaşın normal şartlarda çalışarak borcunu ödemesi ve geri dönmesine imkân yoktu. Sadece Aşkale’de 21 kişi öldü. Sürülenlerin çoğu 50 yaşın üstündeydi.[10]
Özetin özeti Başbakan Şükrü Saraçoğlu, CHP Grubu’ndaki konuşmasında verginin amacını şöyle açıklıyordu: “Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir devrim kanunudur bu. Piyasalarımıza egemen olan yabancılar ortadan kaldırılacak, Türk piyasası, Türklerin eline verilecektir.”
Konuya ilişkin olarak İshak Alaton da şunları aktarır: “O zaman 15 yaşında idim. Babam iki tane vergi ihbarnamesi aldı. Biri 16 bin TL Hocapaşa Vergi Dairesi’nden, aynı gün de 64 bin TL’lik Eminönü Vergi Dairesi’nden. Yan yana iki vergi dairesi aynı gün iki ihbarname yolladı…”
“O zaman babamın 4 katlı işyeri vardı. İçerisi, İngiltere’den getirilmiş, Anadolu’ya gönderilmek üzere bekleyen kumaşlar ve ipliklerle doluydu. Babam vergiyi ödemek için hanı sattı, malları sattı, yetmedi, evdeki eşyayı sattı. Hepsinin yekûnu 16 bin TL’lik vergiyi bile karşılamadı. Babama yollanan verginin toplamı, bugünün parası ile 800 milyon TL eder. Babamı Erzurum Aşkale’ye götürdüler. Aralıkta gitti, Aralık’ta geldi. Tam bir yıl kaldı. Oraya götürülüyorsunuz, günlük vergi borcunuzdan taş kırma ücreti olarak 1.5 lira kesiliyor. Babam hesap etti; 115 yıl çalışması lazımdı borcunu ödemek için.”[11]
“Bu vergiyi kimsenin ödemesi mümkün değildi. Çoğu kişiye ödeyebileceğinin en az üç katı vergi yüklenmişti. Ve 1400 kişi Erzurum’un köylerine kasabalarına, çalışma kamplarına yollandı. Çoğu bir yıl sonra geri geldi. Taş kırdırdılar bu insanlara, bir tas çorba ve günde bir buçuk lira karşılığında. Varlık Vergisi’nden birkaç ay önce, İnönü Bursa’da konuşma yaparken birileri kalkıp “Gayrimüslimleri ne yapacağız?” diye sormuştu. İnönü’nün cevabıysa korkunçtu en azından: “Onlara İstanbul’un sokaklarında limon sattıracağım!”[12]
III) 6-7 EYLÜL POGROMU
Bununla da kalmadı, Rum toplumu, 6 Eylül 1955 akşamı başlayıp 6 Eylül gecesi ve ertesi gün de (7 Eylül) tüm şiddetiyle devam eden, planlı kitlesel bir saldırıya uğradı. Saldırganlar, 40-50 kişilik gruplar hâlinde organize edilen merkezi koordinasyon ile eylemlerini gerçekleştirdiler. Söz konusu kitlesel harekâtın Özel Harp Dairesi (Seferberlik Tetkik Kurulu) tarafından tasarlanıp, gerçekleştirildiği sonradan ortaya çıkmıştır.[13] (6-7 Eylül Pogromu Nazi Almanya’sında 8-9 Kasım 1938 tarihlerinde Yahudilere yönelik Kristal Gece ile müthiş benzerlikler taşımaktadır.)
6-7 Eylül 1955 saldırısı bir hazırlığın ürünüyken; 1946’da CHP tarafından hazırlanan “Azınlıklar Raporu”nun Rumlarla ilgili bölümünde şu ifadeler yer almaktaydı: “Anadolu’da bugün Rum yok denecek kadar azdır. Hiçbir yerde ilerde bir tehlike teşkil edecek durumda değildir. Binaenaleyh Rumlar için esaslı tedbir alınması gereken yerimiz İstanbul’dur. Bu hususta söylenecek tek söz, İstanbul’un fethinin (500) yıl dönümüne kadar İstanbul’u tek Rumsuz hâle getirmektir.”[14]
NATO ülkelerinde soğuk savaş ortamında Stay Behind (Komünist bir rejimin NATO ülkesinde iktidarı ele geçirmesi durumunda direnişi düzenleme amaçlı-Geride Kal) mekanizmasının kolu (Özel Harp Dairesi/ Seferberlik Tetkik Kurulu) 6-7 Eylül olaylarında kilit rol oynamıştır.
Egemen medyanın asılsız biçimde, İstanbul Rum toplumunu Kıbrıs’taki olaylarla ilişkilendirerek, bir nefret atmosferi yaratması ve Rumlarının iç düşman olarak sunması saldırı zemini oluşturmuştur. Söz konusu rolün tetikçiliğini Hürriyet Gazetesi ile Sedat Simavi, Hikmet Bil, Mehmet Emin Yalman makaleleri üstlenmiştir.
İngiltere’nin Atina Elçisi Ağustos 1954’de Londra’ya gönderdiği raporda, Selanik’te Mustafa Kemal Atatürk’ün evinin duvarına tebeşir ile yazılacak bir sloganın dahi Türkiye ve Yunanistan ilişkilerini bozabileceğini yazmıştı![15]
Egemen medya sürekli olarak Kıbrıs’ta Türklere karşı bir katliam gerçekleştirileceğini ve Batı Trakya’daki Müslüman azınlığına baskılar yapıldığını yazarak, İstanbul Rumlarının yaşamlarını sorgulamıştır.
Saldırı hazırlıkları 1955’in Ağustos’unda devam ederken; Rumların kurumları, işyerleri ve evleri önceden işaretlenerek listeler hazırlanmıştır.
Bu doğrultuda 5 Eylül gecesi T.C. Selanik Konsolosluk binası ile aynı arsadaki (Yunanistan Hükümetince kamulaştırılarak Türkiye’ye armağan edilen) Mustafa Kemal’in doğduğu ev olduğu kabul edilen yapıya, -sonradan kuşkusuz ispat edildiği gibi- gizli istihbarat teşkilâtı üyeleri tarafından bombalama gerçekleştirilmiştir. Provokasyonun amacı Yunanlıların Atatürk’ün evini tahrip ettiği algısı yaratmaktı.
Daha sonra Konsolosluk çevresindeki güvenlik mensupları, Yunanistan vatandaşı olan failleri yakalamıştır. Olaydan yargılanan failler ve elebaşı Oktay Engin, T.C’nin baskısı sonucu 9 ay sonra salıverilmiş ve failler Türkiye’de kahramanlar gibi karşılanmıştır.
Oktay Engin kariyerini güvenlik bürokrasisinde tamamlamış, üst düzeyde görev yaptığı yıllar süresinde Azınlık Komisyonu üyesi olarak İstanbul ve Gökçeada- Bozcaada Rumlarına uygulanan baskı politikalarında önemli roller üstlenmişti.
“XX. yüzyılda yaşanmış bir vandalizm vakası”[16] ya da “Devlet destekli pogrom… Milli mutabakat cinayeti,”[17] olarak betimlenen 6-7 Eylül 1955 gerçeği ne bir ilkti, ne de son oldu.
Tarihin iki kara günü olarak anılan 6-7 Eylül’de İstanbul’da yaşayan Rumların ve gayrimüslimlerin ev ve işyerleri yağmalandı, yıkıldı ve canlarına kastedildi. Taksim’de başlayan, daha sonra İstanbul’a yayılan olaylarda, polisin müdahale etmediği güruh; sadece ev ve işyerlerine saldırmakla kalmadı, aynı zamanda ibadethanelere ve mezarlıklara da saldırdı. Sanılanın aksine; Rumların İstanbul’dan ayrılmadığı; 1 ay sonra yapılan nüfus sayımında görüldü. 1955 sayımına göre, Türkiye’de toplam 79 bin Rum vardı. Kıbrıs olaylarının 60’lı yıllarda doruğa ulaşmasının ardından; İstanbul Rumları koz olarak kullanılmaya başlandı. 1964 yılında çıkarılan sürgün kararıyla, 13 bin Yunanistan uyruklu Rum bir bavul ile sınırdışı edildi. Yüzyıllardır Anadolu topraklarında yaşayan Rumlar, İstanbul’da 600 aile tarafından temsil ediliyor.[18]
Kaldı ki 6-7 Eylül saldırılarında sadece Rumlar değil, Ermeniler ve Yahudiler de hedef alınmıştı.[19]
Devlet tarafından tertiplenen 6-7 Eylül ile devlet radyosu öğlen haberlerinde, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bombalı bir saldırı yapıldığı haberini duyurdu ve aynı gün öğleden sonra İstanbul Ekspres Gazetesi bu haberi yaydı. Bundan hemen sonra Taksim’de toplanan kalabalıklar bir protesto mitingi düzenlediler.
Hıristiyan halkın iş yaptığı ve oturduğu Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı, Moda, Kadıköy, Kuzguncuk, Çengelköy, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek, Eminönü gibi semtler hazırlıklı gelmiş saldırgan grupların akınına ve saldırısına uğradı. Saldırılar, 20-30 kişilik kışkırtıcı ve tahripçilerden oluşan, çeşitli saldırı araç ve gereçleriyle donanmış organize gruplarca gerçekleştirildi. Bu gruplar ellerinde Türk bayrakları ile Atatürk ve Celal Bayar’ın büst ve fotoğraflarını taşıyorlar, “Kıbrıs Türktür Cemiyeti” (KTC)’nin rozetlerini dağıtıyorlardı. Saldırgan gruplar halkı da kışkırtmak için “Makarios’a Ölüm”, “Kıbrıs Türktür” sloganlarıyla Kıbrıs sorununu kullanıyorlardı. Saldırganların bir kısmında gayrimüslimlerin ev ve işyerleri listeleri bulunuyordu. Hedef sadece Rumlar değil, Ermeni ve Yahudi tüm Müslüman olmayanlardı.
Şehrin her yerinde dükkânlar ve evler yağmalandı, piyanolar ve dolaplar pencerelerden atıldı. Kiliselerde bulunan kutsal eşya tahrip edildi, bazı kiliseler ateşe verildi. Rum Ortodoks mezarlıkları da zarar gördü. Polis olanları izleyerek pasif durumda kalıyor, bozulan kamu düzenine müdahale etmiyor ve adeta olanlara göz yumuyordu. Bir kısım Müslüman halk komşuları olan Hıristiyanları koruma için küçük ölçekte de olsa direnmeler gösteriyor ama bir kısmı da onları ihbar ediyordu.
Mustafa Kemal’in evine saldırı yapıldığı haberi İzmir’de de yerel bir gazete tarafından yayılınca İstanbul’daki olaylara benzer saldırılar yaşandı. Ankara’da ise şiddet içermeyen öğrenci protestoları oldu. Saldırılar Eylül ayı boyunca devam etti. 8 Eylül gecesi İskenderun’daki bir Rum- Ortodoks Kilisesi’ne dinamitle saldırıldı. 9 Eylül’de İzmir- Alsancak’ta Aya Vuklin Kilisesi’ne saldırılarak ateşe verildi. 10 Eylül’de Balıklı Rum Hastanesi’ne saldırıldı. İstanbul’da oturan Yahudilerin evlerine “gamalı haç” işareti çizildi. Çanakkale’de anti-semitist bildirimler dağıtıldı. Olaylar Yahudi ahaliyi de kapsayacak boyutlara ulaşmaya başlamıştı.
Hükümet, bu durum karşısında İstanbul, Ankara ve İzmir’de örfi idare (sıkıyönetim) ilan etti. İstanbul’da 5104 kişi tutuklandı. İçişleri Bakanı Namık Gedik istifa etti. Milli Emniyet Hizmetleri Şefi, İzmir Valisi ve garnizon komutanı, İstanbul Emniyet Müdürü ve üç general görevden alındı. 12 Eylül 1955’de örfi idare Meclis’te görüşüldü. Fuat Köprülü olayları komünist bir komploya bağladı.
Maddi hasar konusunda kaynaklara göre farklı rakamlar söz konusu. Amiral- hukukçu Fahri Çoker Dosyasına göre 4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile fabrika ve otel gibi yerlerle birlikte 5317 tesis hasara uğradı. Tahrip edilen yerlerin bir çoğu Rumlara ait olmakla birlikte, Ermenilere ve Yahudilere ait birçok yer de tahrip edilmiş, hattâ Müslümanların bir kısmının da evleri saldırıya uğramıştı. Tartışmalı olmakla birlikte Türk basın kaynaklarına göre, ölü sayısı 11, yaralanan insan sayısı 300-600 arasında olup, çok sayıda kadına da tecavüz edildi.[20]
Toparlarsak: 6-7 Eylül Pogromu’nun nitelik ve içeriğine ilişkin olarak Sovyet Bilim Emekçileri’nin değerlendirmeleri şöyleydi:
“Türk hükümetinin ideolojik mücadele biçimlerinden biri, emekçi kitleleri uyutmak, sınıf bilincinin artmasını engellemek ve emekçilerin sömürülmesini kolaylaştırmak amacıyla dinsel fanatizmin aşılanmasına ilişkin bir kararnameyi kabul etti. Hemen bir ay sonra yöneticiler Kur’an’ın radyoda okunmasına izin verdiler, ilk ve ortaokullarda din öğretimi zorunlu oldu, imam ve vaiz yetiştiren okullar yeniden açıldı, Ankara Üniversitesi bünyesinde ilahiyat Fakültesi açıldı. Kasım 1958’de İstanbul’da iki yıllık Yüksek İslâm Enstitüsü açıldı. Bu okulu bitirenler imam yetiştiren okullarda öğretmen olarak çalışabiliyorlardı. 1959’da Türkiye’de 4233 öğrencisi olan 19 din okulu vardı. Ülkenin her tarafından devletin parasıyla camiler yapıldı ve eskiler onarıldı.
Sadece kırsal bölgelerde değil, büyük kentlerde de şubeleri olan çeşitli tarikatları; Nakşibendiler, Mevleviler, Akifiler ve diğerleri faaliyetlerini genişlettiler.
Bu gelişmeler, ülkenin toplumsal yaşantısında dinin yerinin güçlenmesine yol açıyordu. Din adamları, Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesine ve Türkçe okunmasına karşı çıkmaya başladılar. Basında ve mecliste İslâm’ın ‘Devlet dini’ olarak ilan edilmesi yolunda sesler yükseldi.
En ateşli tarikatçıların kovuşturulması için hükümetin aldığı bazı önlemler daha ziyade gösterişçi, biçimsel bir niteliğe sahipti.
Din adamlarına ödün verme politikası, dinsel fanatizmin yayılmasını, emekçileri kurtuluşları uğrunda savaşmaktan alıkoyacak bir araç olarak gören tüm gericilerin isteklerine uygun düşüyordu. Gericiler dini, komünist düşüncelerin yayılmasına karşı bir savaş aracı olarak klikler arası egemenlik mücadelesinde bir araç olarak kullandılar.
Demokrat Parti, özellikle ortaokullarda ve yüksek okullarda milliyetçiliği hızla yaydı, farklı uluslardan emekçiler arasında düşmanlık yarattı. Gerici basın yöneticilerin yardımıyla zaman zaman bütün yurttaşların sadece Türkçe konuşmaları için kampanya açtı. Nisan 1951’de ‘Milliyetçiler Derneği’ ortaya çıktı. Bu derneğin fahri başkanı, Eğitim Bakanı Tevfik İleri idi. Şubat 1953’te bu dernek, komünizme ve ‘devlet ve toplum düzenini tehdit eden tüm aşırı solcu örgütlere’ karşı savaşmayı amaç edinen ‘ulusal dayanışma cephesi’ adını aldı.
DP Hükümeti, ulusal azınlıkları zorla Türkleştirme politikasını sürdürdü. Ülkede ulusal sorun olduğunu kabul etmedi. Kıbrıs halklarının İngiliz emperyalizmine karşı yaptığı haklı savaştan yararlanan iktidar çevreleri şovenizmi körüklemeye ve halkı ülkedeki Rumlara ve diğer azınlıklara karşı kışkırtmaya başladılar. 1955 yılı Eylül ayı başında İstanbul ve İzmir’deki kanlı Rum, Ermeni ve Yahudi katliamı Türk yöneticilerinin bu politikasının sonucuydu.
Bu katliamı düzenleyen Adnan Menderes Hükümeti, halkın hoşnutsuzluğunu önleme, bu hoşnutsuzluk için bir hava deliği açma ve onun uluslararası alanda düşmanlık yoluna sokma, böylelikle emekçi kitlelerin sınıf bilincinin artmasını engelleme amacını da izliyordu.”[21]
Yağma/talan 7 Eylül sabahına kadar sürmüştü!
Dışarıdan getirilen yağmacıların bir bölümü Haydarpaşa Garı’nda yakalandı; Sivas’tan 145, Trabzon’dan 117, Kastamonu’dan 116, Erzincan’dan 111 kişi getirilip görevlendirilmişti.
Mustafa Kemal’in Selanik’teki evine bomba attığı savıyla Yunanistan’da yargılanan Selanik Üniversitesi Siyasal Bilgiler öğrencisi Oktay Engin gıyabında üç yıl hapse mahkûm oldu. Ama Türkiye’de bir “kahraman” gibi karşılandı. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde devlet desteğiyle okudu. Bürokraside önce emniyet müdürlüğüne kadar yükseldi, daha sonra Nevşehir Valiliği’ne (22 Şubat 1992-18 Eylül 1993) getirildi. 27 Mayıs 1960 sonrası Yassıada’da kurulan Yüksek Adalet Divanı’nda başta Başbakan Adnan Menderes olmak üzere Demokrat Parti yönetimi bu olaylar nedeniyle mahkûm olurken Oktay Engin aklanmıştı.
6-7 Eylül olayları yalnızca Rumlara karşı girişilmiş bir harekât değildi; yakıp yıkılan mekânların yüzde 59’u Rumlara aitken, yüzde 17’si Ermenilere, yüzde 12’si Yahudilere, yüzde 12’si de Levanten, dönme, Müslüman olmuş Beyaz Ruslar ve çeşitli gayrimüslim gruplara aitti.
Celal Bayar’ın, İstiklal Caddesi’ndeki hasarı görünce, etrafındakilerin duyacağı bir sesle İçişleri Bakanı Namık Gedik’e “Galiba dozu kaçırdık” dediği olaylarda egemen medya ölü sayısı 11 olarak belirtilmişti, Helsinki Watch örgütünün bir raporuna göre ise ölenlerin sayısı 15’ti. Bunların 5’i, ruhani rütbesi olan Balıklı’da Papaz Chrysanthos Mantas, Piskopos Gerasimos, Yeniköy’de Piskopos Gennadios Arabacıoğlu ve adları bilinmeyen iki papazın yanı sıra, Erpapazoğlu, Abraham Anavas, Olga Kimiades, Thanassis Mısıroğlu, Hebe Giolma, Isaak Uludağ Theopoula Papadopoulu ve Yannis Balkis’ti.[22]
Yaralı sayısı resmi rakamlara göre 30, gayriresmi kaynaklara göre 300’dü. Sadece Balıklı Hastanesi’nde 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştü.[23]
Böylelikle 1924 mübadelesi sonrasında sayısı yaklaşık 100.000’e inen Rum nüfusun çok önemli bölümü 1955 yılından başlayarak İstanbul’dan göç etti.[24]
Bu kapsamda 6-7 Eylül kara sayfasının resmî bir dökümü: 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 azınlık okulu başta olmak üzere toplam 5.317 bina saldırıya uğramıştı.[25]
Özetle: 6 Eylül günü öğleden sonra saat 6 da Taksim meydanında oluşturulan gösteri, kısa zamanda Rum mağazalarına, Zapyon Kız Lisesine ve Aya Triada Kilisesinin tahrip ve yağma eylemlerine dönüşmüştü.
İstiklal caddesinde bulunan ve çoğunluğu Müslüman olmayan T.C. Vatandaşı olan fertlere ait olan dükkânlar ve iş yerleri tahrip ve yağma edilmişti.
Saldırılara 100.000 kişinin katıldığı tespit edilmiş olup saldırılar üç safhada gerçekleştirilmiştir: i) Kapı ve kepenklerin kırılması; ii) Yağma ve tahrip; iii) Kundaklama…
Öncelikli hedefler: Rum kiliseleri, Mezarlıkları, Okullar, Hayırsever ve Kültür Cemiyetleri, Rum işyerleri ve evleri olmuştu.
Aynı zamanda Ermeni ve Yahudi cemaatlerinin kurumları ve üyeleri de bu kitlesel saldırılardan paylarını almıştı.
Her yerde işitilen slogan “Bugün malınıza, yarın canınıza!” idi.
Güvenlik güçlerinin seyirci kalmalarının yanı sıra, birçok durumda saldırganları destekleyen tutum almışlardır.
Başbakan Adnan Menderes ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar, olayların başlaması sırasında İstanbul içinden geçmişler, İçişleri Bakanı Namık Gedik ise olayları bulunduğu valilikten takip etmiştir.
T.C. Hükümeti olaylar ile ilişkisini reddetmiş ve saldırıların komünistlerce düzenlendiğini söyleyerek 50’ye yakın aydını tutuklayıp; 3.000 kadar çapulcu/ talancıyı da tevkif ederek, kısa sürede salıverilmişlerdi.
Yunanistan Hükümeti’nin tepkisi “ılımlı olmuş” ve Birleşmiş Milletler nezdinde hiç bir girişimde bulunmamıştı.
Büyük Britanya hükümeti olayları küçümsemiş; ABD Soğuk Savaş’tan ötürü mağdur ile faili aynı kefeye koymuş ve devrin Dışişleri Bakanı John Foster Dulles de, -20 Eylül 1955’de Yunanistan ve T.C’ye gönderdiği mektupta olayın unutulmasını istemişti.
Ve nihayet matbaası zarar gördüğü için sekiz gün yayın yapamayan Rum ‘Embros’ gazetesi, 15 Eylül 1955 tarihinde, “Doğduğumuz, büyüdüğümüz, dedelerimizin ve babalarımızın şimdi kırık dökük de olsa mezarlarının bulunduğu bu ülkede kalacağız. Kırık mezarlardan, harabeye dönmüş kilise, okul, dükkân ve evlerimizden yeni bir dünya yaratacağız. Sebat ve cesaretle o harabelerin arasında yine yaşantımızı düzene koyacağız,” diye yazmıştı.[26]
Yazmıştı yazmasına ama, 1955’te 80.000 civarında olan İstanbullu Rum’dan geriye 2.000 kişi ya kalmış, ya kalmamış. Sadece Rumlar değil, Ermeniler de terk etti İstanbul’u. Kaybedilen sadece nüfus olmadı; gidenler asırlardır İstanbul’u İstanbul yapan bir kültürel zenginliği de beraberlerinde götürdüler.[27]
III.1) GERİYE KALAN ANILAR!
Çocuk haykırırcasına bağırıyordu. “Yazıyor yazıyor, İstanbul Ekspress, Atatürk’ün evine bomba atıldığını yazıyor…”
Şaşkın gözlerle meydana bakıyor, mahşeri kalabalığa anlam vermeye çalışıyordum. Meydan iğne atsan yere düşmeyecek hâldeydi. Anıtın çevresinde, Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’nden bir grup, ellerinde Türk bayrakları, Atatürk ve Celal Bayar büstleri ile “Allahsızları gebertin” sloganları atıyor, kamyonlar meydana yaklaşıyor, kasalarından atlayan insanlar demir çubuk ve sopalarla kalabalığa karışıyordu. Beyoğlu, sonbaharın hafif serinliğinde, bir çocuğun masum haykırışıyla, belki de tarihinin en sıcak gününe merhaba diyordu.
Beyoğlu’nda sabaha kadar açık olan genelde şoförlerin vardiyalarını beklediği kahveden sesler geliyordu. Masanın üzerine çıkmış bir adamın, “Siz ne biçim Türksünüz? Tüm halk ayaklandı, siz hâlâ oturmuş kart oynuyorsunuz” sözleri alkışlarla kesintiye uğrarken, Yervant Gobelyan uzaktan kahvedeki insanların ateşli kalabalığa katılmasını izliyordu. Küçük gruplar caddenin başında birleşerek büyüyor, “Dükkânların camlarını aşağı indirin” sesleri yankılanıyordu. Caddeye doğru ilerlerken, Katanos’un bakkalı ile Vafiadis’in kasap dükkânını görünce tanıyamadım. Yerle bir olmuştu. İnsanlar sırtlarında un, şeker çuvallarıyla kırılan camların arasından çıkıyordu.
Tuhafiyeci Saviadis, Mobilyacı Nikitas, Kunduracı Nazar… Ne hâldelerdi acaba şimdi…
İstiklal Caddesi’nde ilerlemek bir yana adım atmak dahi imkânsızdı. Ağa Camii’nin önünde gözlerini yolun karşısına dikmiş adam, ezan sesiyle irkildi. Camiden çıkanlar kalabalığa katılırken, bazıları da harap olmuş caddeyi ve öfkeli kalabalığı merak dolu gözlerle izlemekle yetiniyorlardı. Yanına yaklaşan birinin adını fısıldamasıyla kendine gelen Hicri Tan, sessiz bir şekilde polisleri işaret edip, “Saldırganlar, ellerindeki kürk mantoları yırtmaya çalışıyorlardı. Polis bıçağını vermedi ama mantoyu rahat yırtabilmeleri için biraz kesti,” diyordu…
Korku dolu gözlerle Lise’yi geçip Tünel’e doğru ilerlerken, polisler gördüm. Kuş uçturmuyorlardı. Sovyet Konsolosluğu’nun önü polis doluydu. Aralarından geçip Tünel’e vardım. Tünel’de kumaşçı Cevat Bey’in bağrışları ortalığı inletiyordu. Dükkânına saldırmaya çalışanlara, “Ben Türküm” diye haykırıyordu. Cevat Bey sonunda dayanamayarak, utanç içinde, pantolonunu indirip, sünnetli olduğunu gösterdi. Yüzü kıpkırmızıydı. Gözlerini indirdi ve yavaş adımlarla uzaklaştı.
Tarlabaşı’na indiğimde, Kalyoncu Sokak’ta, Vasiliadisler’in evinin önünde kapıcı Mehmet’i elinde Türk bayrağı ile beklerken buldum. Apartman sapsağlamdı. Mihail Vasiliadis “Mehmet, elinde Türk bayrağı ile apartmana kimseyi yaklaştırmadı. Kalabalığa burada Rum oturmadığını söyledi. Oysa apartmanda çoğunluk Rum” dediğinde, pencereden aynı Mehmet’i caddenin karşısındaki ev ve dükkânlara saldırırken görüyordum. Kafamı çevirdiğimde ise, sokağın köşesindeki fırının camlarının inmiş olduğunu fark ettim. Fırının sahibi, nam- değer Arnavut, umutsuz bir şekilde evine doğru gidiyordu. Her akşam fırını kapattıktan sonra arta kalanları karakoldaki polislere verecek kadar yufka yürekli bir adamdı. Arnavut, “Komiser bey bana, ‘Hiç bir şey yapamam, ben bugün polis değil, Türküm’ dedi” diye haykırarak koşar adımlarla uzaklaştı…
Tezer Özlü’nün dediği gibi, “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi”ydi…[28]
Giovanni Scognamillo’nun, “Başka bir gezegen gibiydi,”[29] notunu düştüğü söz konusu hâlden, zifiri karanlıktan geriye kalan anılar mı?
İşte birkaçı…
- 6-7 Eylül 1955’te yağma olaylarını katıldığını söyleyen “Eski İstanbul kabadayısı” Mikdat Remzi Sancak o geceye ilişkin olarak aktarır: “Ben o sıralar İstanbul’da yeni sayılırım. Denizciydim. Mal taşırdım. Haydarpaşa Garı’ndan Eminönü hâline. Tesadüfen, o gün memleketten gelen bir arkadaşla Tophane’de muhallebi yiyorduk. Baktık insanlar koşuyor. Ortalık karıştı. Duyduk ki Atatürk ’ün evine bomba atmışlar. Millet galeyana geldi tabii. Dükkânların camlarını kırıp içerde ne var ne yok alıyorlardı. Polisler de vardı ‘kırın, saldırın!’ diye bağırıyorlardı. Biz de katıldık, n’apalım?
Ne kadar Rum, Ermeni, Süryanî, Musevi varsa hepsinin dükkânlarına girdik, evlerine daldık. Öyle bir kargaşa vardı ki, İstiklal caddesinde iki gün tramvay çalışamadı. Yola kumaşlar, perdeler, eşyalar atılmıştı. Bir ara baktım bir kuyumcu dükkânına saldırıyorlar. Ben de karıştım aralarına, vitrinde ne var ne yoksa doldurdum koynuma. Küpe, müpe, altın… Epey bir süre sonra gece 12 civarı asker geldi, biz kaçıştık. Gece de gayrimüslimlerin yaşadığı Adalar’a vapur kaldırdılar, insanlar doluşup oralara da gitti yağmacılık etmeye, ben gitmedim ama. Aldıklarımı teknenin altındaki mazgala gazeteye sarıp sakladım. Aldıklarımı diyorum ama aslında çaldıklarımı demem lazım, çünkü tekneye gidince yaptığımın hırsızlık olduğunu düşündüm. Niye aldım diye biraz pişman oldum. Sabah olunca baktım teknenin biraz ilerisinde bir kese altın, başka bir yerde üç tane beşi bir yerde Reşat. Aldım onları da…
Öyleydi, bir kargaşa olmuştu ki herkes ne çarptıysa kaldırdı. Düşün, o zaman tramvaylar 3 kuruş. Yozgatlı bir köylü vatmana bilet parası vermek için elini cebine atıyor. Bir tane binlik çıkartıyor. Vatman, ‘bozamam’ diyor. Adam tekrar elini atıyor, cebine bir binlik daha çıkartıyor. Köylü adam, bilmiyor ki parayı. Bir kere daha, bir kere daha, bitmiyor. Vatman polis çağırdı. Adamın üzerinden 40 tane binlik çıktı. Aslında olanlar olacak iş değildi”…[30]
- Lefter’in evine bile saldırılmıştı. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi futbolcusu Lefter yaşadıklarını yıllar sonra şöyle aktarmıştı: “1955 yılının Eylül olayları sırasında başıma gelmişti böyle bir olay. Düşünün, Fenerbahçe’de yıldız olmuşum, milli takımdayım ve dünyanın dört bir yanına gidip çok sevdiğim memleketim için oynayıp duruyorum. Havalimanında bir maç dönüşü on binlerce kişi omuzlara alıyor. (…) Ama 6-7 Eylül’de Beyoğlu olaylarının bir benzeri de Ada’da oldu. Bir çapulcu sürüsü evimi bastı. Camları kırıyor, çocukların yattığı odaya taş atıp duruyorlardı. O kadar sinirlenmişim ki, şayet eve adım atsalar, elimdeki kuvvetli silahla birkaçını öldürebilirdim. Ama bir süre sonra gittiler. Günlerce ağladım…”[31]
- Prof. Dr. Ayhan Aktar da, Mihalis Vassiliadis’in 6-7 Eylül olaylarında polislerle yaşadığı olayı şöyle aktarıyor. “Vassiliadis’in Beyoğlu’ndaki evine yakın bir fırın varmış. Sahibi Rum zannedilen bir Arnavut… Fırının karşısında da bir karakol… Fırıncı çöreklerin arta kalanlarını her akşam karakoldaki polislere verirmiş. O gece iki kişi fırının camlarını indirince komisere gitmiş. Komiser: ‘Hiçbir şey yapamam. Ben bugün polis değil; Türk’üm!’…”[32]
“Sokaktaki gürültü artmıştı, her şeyi yıkıp yağmalayan grup apartmana doğru yaklaşıyordu. Korkuyla kalkıp perdeleri çektiler, ışığı söndürdüler. Karanlığa sığındılar kurtulmak için. Olmadı.
‘Çünkü Türk evleri ışıkları açıyor. Pencerelerden dışarı çıkıp bağırıp çağırıyorlardı. Perdeleri kapatan evlerin Rum evleri olduğu belli oluyordu’ diyor Vassiliadis.
‘Evi gördüğüm zaman şaşırdım kaldım. Dört duvar vardı sadece, pencereleri bile söktüler’ diye anlatıyor 60 yıl önce çocuk gözlerinin tanıklığını İstanbullu bir Rum. ‘Felaketti. Aklım almadı bu işi. Nasıl olabilir? Nasıl olabilir’ sorgulamasında o gün küçük bir kız çocuğu olan kadın. 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’da yaşanan vahşetin en hafif anlatımları bunlar.”[33]
O gün yaşananların kendiliğinden olmadığının altını çizen Vassiliadis, “Bunun yöntemi nefret söylemiydi. Gazeteler ve kitle iletişim araçları o dönemde Rumlara karşı nefret söylemiyle doluydu. Rumların bitmesiyle 6-7 Eylül ruhu çekip gitmedi. Hâlâ varlığını idame ettiriyor, gerektiğinde yeniden sahneye çıkartılıyor,” diye de ekliyordu…[34]
- İHD İstanbul Şubesi, Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon’un açıklamasına göre, “90 yaşındaki rahip Hrisantos Mantas diri diri yakıldı. En az birkaç rahip bıçakla ve zorla sünnet edildi. Onlarca kişi linç edildi. Yalnızca İstanbul’da değil, İzmir ve Ankara’da da benzer olaylar yaşandı, üstelik Urfa, Mardin, Midyat’ta da Süryanîlere saldırıldı…”[35]
- Rumlarla ilgili çok sayıda araştırması olan ‘Fındık’ lakaplı Ahmet Tanrıverdi’nin aktardıkları da şunlardı: “6 Eylül günü birçok insanın yediği içtiği ayrı gitmeyen Rumların dükkânlarını yağmaladıklarını gördüm. Büyükada’daki dürüst saygın dediğimiz bir sürü adam o gün her gün selamlaştıkları Rumların evlerini işyerlerini talan edip yağmaladı. Sokaklarda kiliseye yürümek isteyen kalabalık ‘Papazı sünnet edeceğiz’ diye slogan atıyordu. Öte yandan olaylar bittiğinde adada ‘6-7 Eylül zenginleri’ diye bir tabir ortaya çıktı. Rumların işyerlerinden yağmaladıklarıyla ev, araba alanlar oldu. O gün Türkiye tarihin en utanmaz, en unutulmaz senaryolarından birini yaşadı.”[36]
“Kaynaklardan bildiğimiz üzere özellikle Rum kadınlarına tecavüz ediliyor. Evlerinin kapıları baltalarla kırılıp, camları indirilip giriyor saldırganlar. Eşyalarını yağmalıyorlar, bavullarını bıçaklıyorlar, ve kızlara, kadınlara tecavüz ediyorlar. Balıklı hastanesinin başhekimi hastanede 60 kadının tecavüz nedeniyle tedavi gördüğünü söylemiş. Bu sayı yanıltıcı olabilir. Pek çok kadının bu iğrenç tecrübeyi saklamış olduğu, hastaneye gitmediği olası.
Bir doktorun raporundan o günlerdeki hastanenin havasını soluyoruz: “O gün çok tecavüz oldu. Kadınlar sonradan Yunan Konsolosluğunu haberdar ettiler. O zaman polisler sivil olarak bana geldiler, doktor olduğum için. Hastaneye gittik, ama kadınlar orada susuyordu. Bunun üzerine polise sordum:
‘Evli misin?’ ‘Evet’ dedi. ‘Bir gecede 500 kişi senin karını ya da kızını taciz etse, sen ne anlatırdın?’ Susacağını söyledi… Bu genç kızların pek çoğu sonra evlendiler. Delikanlılar, bundan sorumlu olmadıklarını söyleyerek, buna rağmen onlarla evlendiler…”[37]
- İshak Alaton da aktarıyor: “Benim bir erkek kardeşim var. 1955 yılının ekim ayında İsveç’e gitti, hiç dönmedi. 25 yaşındaydı ve Türkiye defterini kapattı. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde başarılı bir asistandı. 6 Eylül günü Taksim’e çıkıyor, Beyoğlu’na yürüyüp kitap almak üzere. Tam yolun ortasında karşıdan bir güruhun dükkânların camını çerçevesini indirerek yaklaştığını görüyor. Hemen bir apartmanın girişine sığınıyor. Önünden geçen güruh ona dokunmuyor çünkü apartman girişi, onların amacı dükkânları yıkmak. Saatlerce o köşede kalıyor. Ve Beyoğlu’nun yıkılışını birebir yaşıyor bu çocuk. Geceyarısı eve gelebiliyor ve ertesi gün ‘Ben artık bu ülkede yaşayamam, Türkiye’yi silmek istiyorum’ diyor”…[38]
- Celal Üster’in anılarına gelince: “Eylül’dü. Büyükada’daydık. Madam İsmaro’nun Çankaya’daki evinde kalıyorduk. 6 Eylül akşamı ailece evdeydik. Madam İsmaro’yla kızı Aleka üst katta oturuyorlardı. Özellikle İskele ve Kumsal’da Rumların dükkânları ve evlerinin yağmalandığı söyleniyordu.
Işıkları söndürmüş, bekliyorduk. Gecenin sessizliğinde bahçe kapısının oradan sesler duyuldu. Karanlığın içinden görüldüğü kadarıyla 20-30 kişilik bir güruh. ‘Burası da Rum evi! Dalalım içeri!’ Bir başka ses: ‘Yok, olmaz. Burayı geçelim. Burada Sırrı Bey’ler (dedem) oturuyor.’
Çekip gittiler. Sonradan bizimkiler, çapulcuların eve girmesini engelleyenin manavın çırağı olduğunu öğrenecekler. Eh, ne de olsa ‘Sırrı Bey’ler’ Türk, üstelik ‘yağlı müşteri’, hem bahşişleri de yabana atmamalı…
Ertesi sabah İskele’ye inip Çarşı’nın içinden Kumsal’a doğru yürüdüğümüzde, Rumlara ait tekmil dükkânların talan edilmiş, Rum evlerinin çoğunun kapı ve pencerelerinin kırılmış olduğunu görecektik.
O gün topu topu 8 yaşındaydım. Demek, sesler ve görüntüler olanca dehşetiyle belleğime kazınmış. 1955 yılının 6 ve 7 Eylül günlerinin, yalnız Büyükada’da değil, tüm bir İstanbul ve İzmir’de yaşanan gözü dönük saldırganlığın yüz karası olarak yakın tarihimize geçtiğinin ayırdına çok sonra varacaktım…”[39]
- İnkılap Kitabevi’nin 63 yıllık çalışanı Onnik Şenorkyan da yaşadıklarını şöyle anlattı: “Sabah olup da dışarı çıktığımızda sokakta adım atacak yer kalmamıştı. Sokakta piyanolar, yataklar, koltuklar, tabak, çanak, her şey vardı. Kumkapı sahilinin oradaki kilisenin çanını söküp yolun ortasına atmışlar. İnanılmaz bir geceydi. Çok acılar çektik…”[40]
- Baskın Oran’ın anıları da şöyleydi: “İzmir’de o kargaşada on yaşında çocuk, cahil cesareti, ‘Nereye götürüyorsun onları?’ diye sormuşum. Ablamın koluma anında bastığı çimdiğe rağmen, herif de demiş: ‘Denize atmaya götürüyom!’ Kordon’dan denize otomobil ve kuyruklu piyano atıldığını bu gözlerimle gördüm!”[41]
- Nihayetinde İnal Batu’nun dediği gibiydi hemen her şey: “6 Eylül öğleden sonrası Kalamış’tan yakın dostlarla birlikte büyük bir panik içinde Beyoğlu’na indik. Tanık olduğumuz vahşet sahneleri yaşamımız boyunca bizi bırakmadı
Bu topraklar üzerinde çeşitli etnik ve dini gruplar olarak asırlarca kardeşçe yaşadığımız masalının ne kadar asılsız olduğunun en korkunç ve yüz kızartıcı örneklerinden biri de 6-7 Eylül faciasıdır…
O, gerek bir devlet komplosu olarak, gerek masum Türk vatandaşlarına karşı uygulanan kitle hâlinde şiddet harekâtı olarak tarihimizde en kara sayfalardan birini ilelebet muhafaza edecektir.
Hiçbir tarihçi ve yorumcu bu vahşeti mazur görmek için mazeret uydurmaya çalışmasın. 6-7 Eylül bizzat Türk devletinin sahneye koyduğu utanç verici bir olaydı…”[42]
III.2) SONRASI MI?!
Tüm bunlardan sonra mı?
10 Eylül 1955’te Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın himayesinde bir yardım komitesi kuruldu. Bankalardan, şirketlerden ve derneklerden baskıyla bağışlar toplandı. Bağışlar Hıristiyan halkla dayanışmaktan çok, saldırıların sonucu nedeniyle zora girmiş devlete destek veren bir vatanseverlik olarak algılanıyordu. Hasarların ancak yüzde 10’u kadar bir tazminat ödendi. Mağdurlar bu ödemelerin gerçek bir telafiden çok, dünya kamuoyuna yönelik göstermelik bir tavır olduğu düşündüler.
Hükümet, saldırıların sorumluları olarak komünistleri gösterdi ancak bu açıklama tatmin edici bulunmadı. 7 Eylül’de komünist olarak bilinen ve aralarında Aziz Nesin, Asım Bezirci, Muzaffer Amaç, Hasan İzzettin Dinamo, İlhan Berktay, Müeyyet Boratav gibi isimlerin bulunduğu 48 kişi askerlerden ve askerî hâkimlerden oluşan özel mahkemece tutuklandı. Ancak komünistlerin bu saldırılarla ilgili olduklarına ilişkin bir delil yoktu. Nitekim 1955 yılının sonuna kadar tutuklu komünistler diğer birçok tutuklu ile birlikte serbest bırakıldılar.
“Kıbrıs Türktür Cemiyeti”, Başbakan Menderes’in teşvikiyle 2 Ekim 1954’te resmen kurulmuştu. Türk kamuoyunun Kıbrıs sorununa ilgisini yansıtması beklenen bu cemiyetin faaliyetlerine hükümet finans destek sağlıyordu. KTC, öğrenci ve gençlik örgütleri ile yoğun bir işbirliği içindeydi. Kurucu üyelerinden büyük bir kısmı Türkiye Milli Gençlik Teşkilâtı (TMG) ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) üyelerinden oluşuyordu. Cumhuriyetin kuruluşundan beri gençlik örgütleri devlet tarafından yönlendirilip kullanılıyordu. Öğrenci örgütlerinde çok sayıda Milli Emniyet Hizmetleri (MAH) üyesi de yer almıştı.. KTC, ayrıca milliyetçi çizgideki sendikalarla da işbirliği içindeydi. Ancak soruşturma ve yargılamalarda bu ilişkilerin üzerinde durulmamış, MAH’ın olaylardaki rolü araştırılmamış, yargılamalar beraat kararlarıyla sona ermiştir.
Kıbrıs’ta sivil direnişi örgütleyen isim olarak bilinen ve 1971’de Özel Harp Dairesi’nde görev yapan emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu’na “6-7 Eylül olayları Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmedir” şeklinde beyanat veriyordu. Özel Harp Dairesi 1953 yılında Seferberlik Tetkik Kurulu olarak kurulmuş daha sonra bu adı almıştı. Bu itiraftan 6-7 Eylül’ün arkasında Seferberlik Tetkik Kurulu ve askerin yönetiminde olan MAH’ın bulunduğu anlaşılmakta. MAH, hem Selanik’teki bombalama eylemine hem de olayların kışkırtıcısı bir biçimde İstanbul Ekspres Gazetesi’nde duyurulmasına katılmıştı. Selanik’teki Türk azınlığın bir üyesi olarak yaşayan ve hukuk eğitimi gören, aynı zamanda da MAH çalışanı olan Oktay Ergin eylemci olarak Yunan makamlarınca tutuklandı, ancak daha sonra serbest bırakıldı. 22 Eylül 1956’da İstanbul’a getirildi. MAH içinde çeşitli görevler yaptıktan sonra önce kaymakam sonra vali oldu. İstanbul Ekspres Gazetesi’nin sahibi Mithat Perin de önce tutuklanıp sonra serbest bırakıldı. Perin’in MAH ile işbirliği yaptığı 1960’ta MAH’a mali yardım talebiyle yazdığı bir mektuptan anlaşıldı. Dış kamuoyu, hükümetin Londra Konferansı üzerinde baskı oluşturmak amacıyla olayların hazırlanmasına yeşil ışık yaktığına ancak olayların vardığı boyutun hükümet için de sürpriz olduğuna inanmıştı. Yassıada’da Menderes ve diğer DP’liler 6-7 Eylül olayları nedeniyle yargılanırken, Yüksek Adalet Divanı, Seferberlik Tetkik Kurulu’nun ve ordunun bir parçası olan MAH’ın rolünü taleplere rağmen araştırmaktan kaçındı ve DP hükümeti tek sorumlu olarak gösterildi.
6-7 Eylül olaylarından sonra gayrimüslimler devlete olan güvenlerini kaybettiler. Bunun sonucu olarak göçler başladı. 1955 yılında Türkiye’de 79.691 Rum yaşarken bu rakam 1965’te 48.096’ya indi. Yahudilerde bu rakam 33.000’den 23.000’e, Ermenilerde ise 70.000’den 56.376’ya düştü.
Başlangıçta, Türk hükümeti gayrimüslimlerin ekonomiden sermayelerini çekmelerini engellemek amacıyla göçleri frenledi. Saldırılardan hemen sonra gayrimüslimlerin servetlerini yurt dışına transfer etmeleri yasaklandı. Sermaye ihracının önlenmesi kitleler hâlinde göçü engelledi.[43]
Atina’daki İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu Başkanı Nikolaos Uzunoğlu, “O dönem yaşananlar için her kesim empati kurmalı,” deyip, bugün İstanbullu Rumların yüzde 98’inin diasporada yaşamak zorunda kaldığını ifade etse de[44] T.C açısından değişen bir şey olmamıştı…
- IV) T.C PATENTLİ FİİLİYAT!
6-7 Eylül 1955 gerçeği ne bir ilkti, ne de son oldu.
İT ve onun gizli örgütü Teşkilât-ı Mahsusa’nın, 1915 yılında bir Türkleştirme politikasının acımasız sonucu olarak uyguladığı soykırımın devamıydı 6-7 Eylül’de yaşananlar.
Ermeni soykırımı sonrasında Avrupalılara karşı, göstermelik olarak açılan davada hazırlanan iddianamede, Teşkilât-ı Mahsusa şöyle tanımlanıyordu; “Teşkilâtı Mahsusa, adı altında meydana getirilen komiteden… Taşraya gönderdiği elemanlarından bazıları, reislerinin itaatkâr ve işaretleri ve başka mahallerin İT murrahasları ile Cemiyete yardım maksadıyla ittihatkâr ve boyun eğen bazı memurlarla, saflık ve cehaletle onlara iltihak eden ve miktarı pek çok olmayan bazı şahısların delalet ve yardımlarıyla, para ve mal yağması, ev ve ceset yakma, nüfus katliamı, ırza geçme, eziyet ve işkence gibi melanetleri yaptıkları…”[45]
Bu tanımlar, mahkemenin resmi tanımlamasıydı. Gerçi, dava esas olarak sonuçsuz kalsa da, devletin tetikçi örgütü Teşkilât-ı Mahsusa’nın kimlerden oluşturulduğu ve onlara ne gibi suçlar işletildiği yargının ağzından açıklanıyordu.
Teşkilât-ı Mahsusa geleneği hiç bitmedi. Onun yerini Özel Harp Dairesi (Seferberlik Tetkik Kurulu) aldı. Ve 6-7 Eylül olayları da bizzat Özel Harp Dairesi eliyle gerçekleştirildi.
Bu gerçeği Fatih Güllapoğlu da, “6-7 Eylül’de bir Özel Harp işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi, amaca da ulaştı,”[46] diye açıklamıştı.
Şunu çok iyi bilmeliyiz ki, 1915 soykırımını, 6-7 Eylül olaylarını, Hrant Dink’in öldürülmesini, Kürdistan’da yaşanan katliamları, Rahip Santaro cinayetini ve benzeri tüm olayları gerçekleştiren aynı zihniyettir. Farklı tetikçileri kullansalar da, tarihleri farklı da olsa, zihniyet aynıydı: Türk-İslâm Sentezci, ırkçı, faşist, militarist ve sömürgeci zihniyet![47]
Serdar Korucu’nun ifadesiyle, “6-7 Eylül’ün ruhu sona ermedi, ermiyor ki! Yahudileri hedef alan 1934’teki Trakya Olayları’ndan 6-7 Eylül’e uzanan pogrom potansiyeli yakın geçmişte de vardı. Mesela 90’larda ana akım medyada ‘Ermeni PKK’liler’ haberleri çıktığında Ermeni Patriği Mutafyan 6-7 Eylül gibi bir facia olasılığından korktuğunu söylemişti. Bugün de aynı potansiyel sürüyor. 2010’da Manisa’nın Selendi ilçesindeki Romanlara yönelik ‘linç girişimleri’ ya da -her ne kadar Suriyeli çocuğun ölümü sosyal medyada infial yaratsa da- mültecilere yönelik süregelen ‘eylem’ kılıfındaki saldırılar bize geçmişteki bu pogromları hatırlatmıyor mu? Benim açımdan cevap: Evet…
2011 yılında dönemin Başbakanı Erdoğan ‘Ne Yahudiliğimiz, ne Ermeniliğimiz ne afedersiniz Rumluğumuz hiçbir şeyimiz kalmadı’ dedi. Tepki o kadar cılızdı ki! Şunu düşünün, bu söz o gün Kürtler için söylenmiş olsa aynı mı yankılanırdı? Bizim yüzleşmeye birbirimizden başlamamız gerekiyor. Eğer Rumluğa ‘affedersiniz’ denilirken susulursa yarın bir başka kimliğe gelindiğinde o kesim yanında kimseyi bulamaz hâle gelir. Bu durumun Erdoğan’ın 2013 yılındaki ‘Affedersin çok daha çirkin şeylerle Ermeni diyen oldu’ sözlerinde bir nebze olsun değiştiğini gördük. Bu bir umut ama yeterli değil. Öte yandan ben Rumlara ‘affedersiniz’ denilmesi gerektiğini düşünüyorum, 6-7 Eylül’de maruz kaldıkları pogrom, facia için…”[48]
Ve “6-7 Eylül kurgusu bugüne dek 6-7 kez kullanıldı. Hatta belki daha fazla! Sahne arkasında ‘Özel Harp’ vardı,”[49] diyen Serdar M. Değirmencioğlu’nun uyarısı “es” geçilmemelidir!
- V) SONRASI VEYA 1964
6-7 Eylül sonrasındaki yıllarda T.C. Hükümeti’nin tüm çabası, imha planı çerçevesinde ileri adımlar atmak olmuştu. Söz konusu güzergâhta Rumlara karşı yürütülen sistemli baskılar 1964-1965’de kitlesel sınır dışı eylemleri ile sürdürülmüştü.
Dönemin hükümeti, Lozan antlaşmasına göre İstanbul’da yaşama hakkı olan 12.000 Yunanistan vatandaşını, “zararlı faaliyetler”de bulundukları “gerekçe”siyle,[50] her şeylerine el konarak sınır dışı etmişti. Bu sürgün ile 90.000 civarındaki İstanbul Rum nüfusu bir yıl içinde 30.000’e düşmüştü.
6-7 Eylül’ün bir uzantısı olarak 1964’de Rumların büyük bir göç dalgası hâlinde ülkeyi terk etmelerine yol açan bir olay daha yaşandı. 1963 Aralık’ında Kıbrıs Rumlarının Türklere yaptıkları saldırı üzerine 1964’te Başbakan İsmet İnönü, 1930’da Yunanistan ile imzalanmış olan ve Yunan yurttaşlarının oturma ve çalışma izinlerini düzenleyen anlaşmayı feshetti. Akrabalık ilişkisi nedeniyle, Türk pasaportu olan Rumlar da Yunanistan pasaportu olan İstanbullu Rumlarla birlikte göç etmeye başladılar. 1964’ün Ekim ayına kadar yaklaşık 30.000 Türk pasaportlu Rum ülkeden göç etti.
Gidenler yanlarına sadece 20 dolar ve 20 kiloyu aşmayan bir bavul eşya alabildiler. Göçmenler, ülkeden ayrılmadan içeriğini bilmedikleri bir belge imzalanmaya zorlandılar. Bu belgeyi imzalayanlar Kıbrıs’taki Yunan teröristlere para yolladıklarını, İstanbul Helen Birliği adlı derneğin üyesi olduklarını, izinsiz döviz ticareti yaptıklarını ve ülkeyi kendi istekleriyle terk ettiklerini kabul etmiş oluyorlardı. Göçmenlerin muhtemel vergi borçları karşılığı malları haczediliyor, servetlerine el konuluyordu. Böylece göç ettirme ve mallara el koyma olayı Kıbrıs sorunu üzerinden Türkiye’nin iç ve dış güvenliği bağlamında meşrulaştırılıyordu…[51]
2 Kasım 1964’de hükümet 3801 no’lu kararname ile Yunan uyruklu kişilerin Türkiye’de bulunan taşınmazları üzerinde bir hak talep etmelerini yasakladı. Bu yasaklama da Anayasa’ya aykırıydı.
Anayasa’nın 11. Maddesi temel haklara ilişkin sınırlamaların ancak kanun ile kaldırılabileceğini söylemekteydi. Buna rağmen ve bununla beraber taşınmazlar dahil her türlü mala da el konulmuştu.
Evlerinden veya işyerlerinden alınan Yunan uyruklu insanlar Türkiye’yi terk etmeden önce 4. Şube’de imzaladıkları belge ile gönüllü bir sürgün yaşayacaklarını beyan etmeye zorlanmışlardı. Söz konusu belge ile insanlar yasaları ihlâl ettiklerini, Türkiye aleyhine politik faaliyetlerde bulunan ENOSİS üyesi olduklarını ve Kıbrıs’taki Yunanlı teröristlere para göndermiş olduklarını söylemişlerdi. Bununla beraber Türkiye’yi kendi özgür iradeleri ile terk edeceklerini beyan ederek altını imzalamışlardı. Önceden hazırlanmış bu ifade metinlerine imza vermek istemeyenler ise hücrelere gönderildi.
Aralık 1962’de gizli bir kararname ile Ocak 2004’de yine başka bir gizli kararname ile kaldırılmış olan Azınlık Tali Komisyonu kurulmuştu. Azınlıklar açısından görmenin, duymanın ve iletişime geçmenin pek mümkün olmadığı bu komisyonun varlığı yıllar boyunca hep bir şekilde hissedilmişti. Hrant Dink bu durumu şöyle anlatmıştı: “Azınlık Tali Komisyonu denen kurumun varlığı adını tam koyamasak da biz azınlıklar tarafından hep seziliyordu. Vakıf yöneticileri de devletin herhangi bir makamıyla herhangi bir sorun nedeniyle temas kurduğunda hep şu prosedür yaşanır. Sayın bakan nazik bir şekilde raporunuzu alır ve kısa zamanda yerine getireceğini bildirir. Ama biliriz ve hissederiz ki o dosya bizim bilmediğimiz daha derinlerde bir kuruma gönderilecek. Ve onların kararına göre hareket edilecek. Bu da çoğunlukla çözümsüzlüktür”.
Baskın Oran’a göre bu kuruluşun yarattığı çözümsüzlükler özellikle eğitim alanında yaşanmıştır ve 64 sürgünleri açısından da ciddi etkileri olmuştur. Azınlık okullarında ilk defa Şubat 1937-Ağustos 1949 arasında yaşanan Türk Müdür Yardımcıları uygulaması 62’de yeniden uygulamaya konmuştur. Haziran 65’de çıkarılan kanunda bu görev için atanan kriterin Türk asıllı ve T.C. uyruklu olduğu belirtilmiştir. Temmuz 64’de çıkarılan 502 sayılı kanun ile Gökçeada ve Bozcaada’daki eğitim sistemi değiştirilmiş ve Rumca öğretilmesi durdurulmuştur. Kasım 1964’de çıkartılan genelge ile Rum okullarında sabah duası yasaklanmıştır. 1762’den beri faaliyette olan Fener Patrikhanesinin Basımevi yalnızca özel ve tüzel kişiler basımevi kurabilir gerekçesiyle kapatılmıştır. Medyada da “Patrikhane gitsin biraz da Yunanistan’ın başına bela olsun” gibi başlıklar kullanılmaktaydı.
Bu ortamda geçmişte denenmiş “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası tekrar gündeme gelmişti. Bu arada 64’de Bozcaada ve Gökçeada’da Rum köyleri boşaltılarak askeri alan ilan edilmişti. 65’de Gökçeada’da açık cezaevi kurulmuştu. İstimlak edilen topraklar ve kamulaştırılan zeytinlikler adalıların geçim kaynağını elinden aldı. Bütün bu olanlar Rumları göçe zorladı ve kendi topraklarından sürgün etti.
Bütün bu olanlar en çok Rum azınlığın canını yakmış olsa da yalnız Rumları etkilemedi. 64’de sınırdışı edilenlerin arasında az sayıda da olsa Türkiye’de yerleşik Yunan uyruklu Yahudiler de vardı. Yunan uyruklu Yahudilerin sürgünü bakımından bir çifte standardın olduğundan bahsedilebilir. Sözlü tarih aktarımından öğrenilenlere göre Yunan uyruklu kimi Yahudilerin burada kalmasına göz yumulmuştur.
Türkiye’de bu tip olayları yaşamaya ve böyle hak ihlâllerine maruz kalmaya alışık olan azınlıklar bu durumu sık sık ifade etmiştir. Örneğin Sarkiz Sarafyan Ermenilerin bir inancı olduğunu söyler: “Türkiye’de yaşıyorsan 10 senede bir sopayı yiyeceksin kafana”…
Bu sopa karşısında birtakım savunma mekanizmaları da üretilmiştir. Mesela 64 sürgünü sırasında kimi insanlar din hanesinde değişiklik yapmış kendilerini Türk Ortodoks olarak tanıtmaya başlamış. Örneğin Batman’da bir Ermeni köyü o tarihte topluca din değiştirmiş ve Müslüman olmuşlardı.
Kıbrıs sorunu yüzünden sorumlu tutularak yargısız infaz sonucu sürgün edilen 12 bin Yunan uyruklu kişi ve onlarla beraber sürgün yaşamış binlerce kişinin ve Türkiye’deki gayrimüslim azınlıkların acı dolu hatıraları üzerine bugün adaletten söz edebilir miyiz?[52]
Elbette “Hayır”!
V.1) İMROZ/ GÖKÇE ADA
Gökçeada (İmroz) ve Bozcaada (Tenedos) Rumlara karşı uygulanan asimilasyonun çarpıcı örneğidir.
Lozan Anlaşması’nın 14. maddesi uyarınca,[53] bu iki Ege adası T.C egemenliğine yerel nüfusun kendini idaresi koşuluyla devredilmişti. Ancak bu koşul hiç bir zaman uygulanmamış ve iki adada 12.000’i aşan Rum nüfusu, Gökçeada 300 ve Bozcada 10 kişiye inmişti.
Çanakkale Barosundan Avukat Erhan Pekçi’nin 2013’de eline geçen, 1962 tarihli “Eritme Planı”na dayanarak T.C Mahkemesine başvurarak devrin yetkilerini etnik arındırma politikası uygulamakla suçlamıştı…
Örneğin Gökçeada/ İmroz yüzyıllardır bir yerleşim merkeziydi. MÖ 448’de Atinalılarla Persler arasında yapılan bir savaş sonrasında Atina’ya bağlanmış. MÖ 126’da Romalıların, 1204’te Cenevizlilerin, 1262’de Bizans’ın, 1455’de de Osmanlı’nın eline geçmiş. 1912’de Birinci Balkan Savaşı’nda Yunanistan adaya asker çıkarmış. Nihayet Lozan Antlaşması uyarınca ada 22 Eylül 1923’de Türkiye topraklarına katılmış…[54]
Aslı sorulursa yerlisi olmayan bir ada Gökçeada. Ada halkı göç etmek zorunda bırakılmış, adı değiştirilmiş, kendi görünmezliğe terk edilmiş. Adını “çorak topraklarda bereket tanrısı” olan İmbrassos’dan almış. Prohelence’den geliyor adı. Çünkü sanıldığı gibi bir Helen adası olarak kurulmamış. Ama Helenlerin varlığı M.Ö VI. yüzyıla kadar dayanıyormuş. Anadolu’nun Pers İstilası’na uğramasından nasibini almış. M.Ö 494’de geri alınıp Atina Kolonisi olmuş. Ama ada Prohelen özelliklerini korumuş. İmrozlular her zaman kendine has özellikleri olan bir millet olmuş ve Lozan’da 14. maddede tanımlanan “özel statü” İmroz’un Bozcaada ile birlikte yerel unsurlardan kurulu özel bir idari yapısı olmasını öngörüyormuş.
Dillerini koruyup ana dilde eğitim yapabilecek, ibadetlerini serbestçe sürdüreceklermiş. Bu yönetimin kendi polis örgütünü kendi seçtikleri yönetim ada halkından kuracakmış. Anlaşma hükümleri hiçbir zaman tam olarak uygulanmamış.
29 Temmuz 1970’de çıkartılan 5442 sayılı yasa ile adanın adı değiştirilip Gökçeada yapılmış ve Rumca yer isimleri Türkçeleştirilmiş…
Sürgüne gitmek zorunda kalan İmrozlular önce Yunanistan’da tutunmaya çalışmışlar. Yunanistan’ın hayat şartlarının ağırlığı bir kısmının ABD, Güney Afrika ve Avusturalya’ya göç etmesine neden olmuş. Her şeye rağmen İmrozluluklarını korumuşlar. Adalarına hep sevgi ile bağlı kalmışlar. Oysa İmroz’a gitmeleri pek kolay değilmiş. Sürgündekilerin adalarına gitmesini engelleyen İmroz için özel bir vize uygulaması varmış. Zaten gitseler de adada kalacak yerleri yokmuş. Tarlaları kamulaştırılmakla kalmamış evleri de ya işgale uğramış ya da zamanın etkisi ile bakımsızlıktan kullanılmaz hâle gelmiş![55]
İmrozlu Rumlar için felaket 1964’ün Aralık ayında zirve yapıyor. Tam Noel Bayramı günü Kıbrıs’ta EOKA üyeleri bir Türk evini basıp tüm aileyi yok ediyorlar. O cinayetin ardından olan Bozcaada’daki ve Gökçeada’daki Rumlara oluyor. O zamanlar adanın adı İmroz; Rum nüfus yaklaşık 7.000, bu insanların tümü T.C vatandaşı, Türk nüfus ise yaklaşık 200. Türk nüfusun 20 Karadenizli balıkçı ailenin dışında tümü devlet görevlilerinden oluşuyor.
Yıl 1965. Devlet ilk adımı atıyor: Adadaki okullarda Rumca yasaklanıyor, bu adanın tüm okullarının kapatılması anlamına geliyor. Adadaki okulların kapatılması ise dönemin “derin devleti” tarafından uygulamaya sokulan, nüfusunun tümü T.C yurttaşı Rumların göçe zorlanarak, adanın “Türkleştirilmesi projesinin” yalnızca bir parçasıdır.[56] Özetle devlet burada Rumlara ekonomik baskı yapınca, çoğu burayı terk edip gitmişti.[57]
Çocuklu aileler İstanbul’a, Selanik’e, Atina’ya göç etmeye başlıyorlar. Adaya alay geliyor, özellikle tepelerde sebze ve meyve yetiştirilen çok geniş topraklar TSK tarafından, adanın ovası ise Devlet Çiftliği tarafından kamulaştırılıyor. Kamulaştırılan topraklarda hayvan ağılları var; hayvanlar dışarıda kalıyor. Satılıp elden çıkarılması gerekiyor. Fakat aynı zamanda koyun ve keçilerin ada dışına çıkarılması yasaklanıyor.
Bu da yetmiyor. Rumların balıkçılık yapmaları yasaklanıyor. Kısacası adanın yerli halkının varlıklarını sürdürebilmeleri için gerekli tüm gelir kaynakları kurutuluyor. Ama hâlâ yurtlarında kalmakta direnen Rumlar var. Devletin kendi yurttaşlarına çektirdiği zulmün sonu gelmiyor. Aynı yıl ada, “açık cezaevi”ne dönüştürülüyor. Türkiye’nin çeşitli cezaevlerinden getirilen, adi suçların her türünden ceza almış binlerce hükümlü adaya salıveriliyor. Köylerde korumasız kalmış Rum köylüler şiddetin her türlüsüyle karşılaşıyorlar. Gasp, hırsızlık, tecavüz, cinayet…
Sonuçta devlet amacına ulaşıyor, EOKA katliamının “bahane” olduğu iyice anlaşılıyor, ada Türkleştiriliyor. 7.000 Rum’dan geriye 150-200 kişi kalıyor.[58]
Ada uzun yıllar boyunca Hasan’ın böreği gibi yağmalanmış. Bir yerde rant söz konusu olunca kötü insanlar oraya akbabalar gibi üşüşürler. Buraya da üşüşmüşler. Rumların malları, mülkleri, tarlaları, evleri kapanın elinde kalmış. Hâlâ gözleri doymamış rant doyumsuzları şimdi de Rumların nasılsa ellerinde kalmış arazilerine saldırıp taş çıkartıyorlar. İyi iş, çünkü bir traktör römorku taşın ederi 300-500 TL arasında değişiyor. Adada yıllardır süren tapu davaları var. Mahkeme ille de “bilirkişi” istiyor. Adam 1964’te bırakıp gittiği tarlasının, evinin tapusunu almak için başvuruyor. Yarım yüzyıl geçmiş, “bilirkişi” olarak çağrılanların en genci ise 85 yaşında! O, “evet, burası onun” deyince iş bitecek, ama adamcağızın ne gözü görüyor, ne yürüyecek durumda, ne Türkçesi ne de sağlıklı bir belleği var. Amaç, yorgunu yokuşa sürüp mal sahibine malının tapusunu vermemek![59]
Söz konusu hâle ilişkin olarak Gökçeada Metropoliti olan Kirillos, geçmişten bugüne birçok mallarına el konulduğunu aktarıp, Vakıflar Kanunu’nun geçici yasasına 350’den fazla başvuru yaptıklarını ancak hiçbir iade olmadığını da söylerken yaşadıklarını şöyle anlattı: “7. maddeden 263 dosya götürdük. Bunların geri verildiği söylendi ancak doğru değil. Vakıflar Müdürlüğü beyannamemiz yok diye reddetti. Ancak biz teamül vakfıyız, yani bir nizamnamemiz yok ki. Çanakkale İdare Mahkemesi, ret kararını iptal etti. Danıştay da 20 gün önce onadı. Büyük bir hukuk kazanımı bu. Bunlar arasında şu anda çöplük denilen Madaros adlı 350 dönümlük bölge var. Burası 1992’de önce çöplük olarak tescil edildi, ardından da imara açıldı. Biz yıllardır vergisini de veriyoruz. İade etmiyorlarsa en azından tazminatı versinler. Çünkü o topraklar bizim.”[60]
Buna bir ekte Türkleştirme(!) ile “Yorguli”nin nasıl “Yörükali” olduğuna ilişkin Akillas Milas işaret ettikleridir: “Sonuçta, Aya Dimitri Kilisesi Sokağı, Hacı Fotaki Sokağı, Tepeköy’deki Despot Sokak, Büyük Çınar Yokuşu’ndaki Patrik Sokak unutulacak, Osmanlı’nın bile Panaya Kilise Sokağı olarak bildiği, kilisenin hemen bitişiğindeki sokağın ismi bundan sonra İsa Çelebi Sokak olarak bilinecekti.
Bundan böyle Thimiana Amca’nın sokağı ‘Temenna Sokak’, tarihi Panco Sokağı ‘Pancur Sokak’, Ada ihtiyar meclisi azalarından Ligor Pervana Bey’in adını taşıyan sokak ‘Pervane Sokak’, Kefala Kalfa’nın sokağı ‘Kefil Sokak’, Kabzımal Kotoğlu Sokağı ‘Kutuoğlu’, Pashalaki Oteli’nin yokuşu ise ‘Sehpal Sokak’ olarak bilinecekti. Hatta Giacomo Caddesi ‘Çankaya’ya, Hırvat asıllı efemine Yorguli’ye ait, gazinosu ve Ada’nın ilk karma banyolarıyla ünlü Yorguli Kumsalı ‘Yörükali’ye dönüşecekti…”[61]
- VI) RUMLARIN BUGÜNÜ
Rumların bugünü, dünlerinden farklı değildir. T.C Rum Toplumu’na yönelik kısıtlama, baskı önlemlerini sürdürerek, Lozan’ın maddelerini ihlâl etmektedir.
Bunlar kimileri i) Heybeliada Ruhban Okulu’nun kapatılması; ii) Azınlık vakıfları ile şahsi mülkiyet haklarının ihlâli; iii) bu ihlâllerle buna bağıntılı mülkiyet sorunlarının görmezden gelinmesi; iv) azınlık okullarına baskılar ve kısıtlamalardır.
Sözünü ettiğimiz sorunlar karşısında kimi makyajlara başvurulsa da, esasta bir şey değişmemektedir. Mesela T.C, 60’lı ve 70’li yıllarda göç etmeye zorlanmış Rum kökenli yurttaşlara “Geri dönün” çağrısı yapıyor. Bir kısım Gökçeadalı Rum da bu çağrıya uymak istiyor. Geliyor, fakat görüyor ki tapulu malları önce Hazine’ye, sonra da Hazine’den “birileri” üzerine geçmiş. Mahkemelerde ise 8 yıldır, 10 yıldır süren, bir türlü sonuçlandırılmayan davalar var.
Hukuksuzluk bu düzeyde kalsa yine iyi (!), daha da beteri var. Örneğin, bir köylümüz Rum göç ettiği Avustralya’da 1968 yılında ölüyor. Adada taşınmazı (arazisi) var. Yıllar sonra mirasçıları (Devlet, “Artık geri dönün” diyor ya) adaya gelip tapu kayıtlarına bakıyorlar. O da ne? Söz konusu taşınmaz 1992 yılında satış yoluyla bir Türk’ün üzerine geçmiş. İşin ilginç yanı satışın mal sahibi tarafından yapılmış olması; 1968’de ölen kadın, 24 yıl sonra Avustralya’daki mezarından kaldırılıp Gökçeada’ya getirilmiş, imza attırılmış![62]
Örneğin Rum Cemaati, devlet tarafından Türk Ortodoks Patrikhanesi’ne verilen üç kilise ile çok sayıda gayrimenkulün iadesi için mahkemeye gitti
Rum cemaati, Türk Ortodoks Patrikhanesi’ne verilen üç kilise ve kiliselere ait mal varlıklarını geri istiyor. Türk Ortodoks Patrikhanesi, 1924 ve 1965 yıllarında akarlarıyla birlikte devlet tarafından kendilerine hibe edilen 3 kilise vakfı sayesinde gayrimenkul zengini oldu. Rumlar, cemaati olmayan ve hiçbir Ortodoks kilisesi tarafından tanınmayan bu Patrikhane’ye hukuksuzca verilen kiliseleri geri almak için yasal mücadele başlattı.[63] Ama…
Öte yandan Gökçeada’daki Rum ilkokulu 50 yıl sonra açıldığında adadaki 300 kadar yaşlı Rum’dan birisi, “Evlatlarımızın geri gelmesi zor. Okulda 300 çocuk okurdu. Şimdi gençlere hasretiz,”[64] derken;[65] Rumlar, Kamu Başdenetçisi Nihat Ömeroğlu’na dilekçe göndererek mübadeleyle gönderilen Rumların, T.C vatandaşlığına geçirilmesi için kolaylık istedi.
Ayrıca İmrozlular Derneği eski Başkanı Kostas Hristoforidis de, “Gökçeada’da (İmroz), kamulaştırma amacına uygun olarak kullanılmayan gayrımenkullerin eski sahiplerine geri verilmesi, Rum toplumuna (dini vakıflar ve yerel yönetimler) ait olan kamusal binaların geri verilmesi, el konularak doğrudan Vakıflar Genel Müdürlüğü yönetimine verilen (mazbut) dini vakıflar ile bunların mal varlıklarının geri verilmesi, Cemaatin ve ailelerin mal varlıklarının geri verilmesi ya da doğru şekilde kaydedilmesi için belirli önlemlerin alınması, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yabancı vatandaşların miras haklarını tasdik eden son kararlarının uygulanması, Adalar’ın doğal ve kültürel mirasının korunması, geçmişte Türk vatandaşlığını kaybetmiş olanlar ile onların zürriyetine Türk vatandaşlığının geri verilmesi, Yunanistan ile doğrudan deniz ulaşımının tesis edilmesi,”[66] taleplerini yineledi.
Yani her şey yerli yerinde ve başka türlüsü de mümkün değil!
“Neden” mi?
VII) OLUP DA BİT(MEY)EN GERÇEK(LER)
Yanıt “milli(yetçi) tarih”in kısa bir dökümünde!
- 16 Mart 1923’te, Mustafa Kemal Adana’da esnafa yaptığı konuşmada “Memleket en sonunda yine gerçek sahiplerinin elinde karar kıldı. Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir” dedi. Böylece Cumhuriyet’in azınlık politikalarının çerçevesi belirlenmiş oldu.
- Haziran 1923’te, Yahudi, Rum ve Ermeni memurlar işlerinden çıkartılarak yerlerine Müslümanlar alınmaya başladı. Gayrımüslim azınlıkların Anadolu’da serbestçe dolaşımları kısıtlandı. Karar öyle ani olmuştu ki, pek çok kişi kısıtlamalar yüzünden memleketine dönemedi, gittiği yerde mahsur kaldı. Bu yetmezmiş gibi Yahudilerin Filistin’e göçmelerine de engeller konuldu.
- Eylül 1923’te, Kilikya (Adana havalisi) ve Doğu Anadolu’dan savaş sırasında göç eden Ermenilerin geri dönüşünü yasaklayan bir kararname çıkarıldı.
- Aralık 1923’te, Çorlu’da yaşayan birkaç yüz kişilik Yahudi cemaatine şehri 48 saat içinde terk etmesi emredildi. Hahambaşılığın müracaatı üzerine karar ertelendi ancak benzer bir karar Çatalca için alındı ve hemen uygulandı.
- 24 Ocak 1924 tarihli Eczacılar Hakkındaki Kanun’la eczane açma yetkisi “Türk bulunma” meselesine bağlandı.
- 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu uyarınca 40 kadar Fransız ve İtalyan okulu kapatıldıktan sonra sıra azınlık okullarının binalarının onarımında, genişletilmelerinde, yeni binalar yapmalarında kısıtlamalara geldi. Okul programları ve sınavlar MEB tarafından denetlenmeye başladı.
- 3 Nisan 1924’te, kabul edilen Avukatlık Kanunu uyarınca 960 avukat iyi ahlâklı olup olmadığı açısından değerlendirildi ve sonuçta 460 avukatın çalışma izni iptal edildi. Böylece Yahudi avukatların yüzde 57’si, Rum ve Ermeni avukatların dörtte üçü işsiz kaldı.
- 29 Ocak 1925 gecesi, Fener Rum Patrikliğine seçilen Araboğlu Konstantinos bir trene bindirilerek Selanik’e gönderildi. Suçu, hükümetin hoşuna gitmeyen biri olmasıydı. Bu durum, Yunanistan tarafından Lozan’ın ihlâli olarak La Haye Adalet Divanı’na ve Milletler Cemiyeti’ne götürüldü ancak Türkiye’nin “Patrikhane’yi de sınırdışı etme” tehdidi savurması üzerine Yunanistan şikâyetlerini geri çekti ve Patrik “kendi isteğiyle istifa etmiş” gibi yapılarak konu kapatıldı.
- 22 Nisan 1926’da, ticari yazışmalarda sadece Türkçe kullanılmasını mecburi kılan kanundan sonra idari kadrolarda çalışan ve Türkçe yazı diline hâkim olmayan gayrımüslimler işten çıkarılmaya başlandı. Bu yönetmelik uyarınca işten çıkarılan Rumların sayısı beş bindi.
- 17 Şubat 1926’da, Medeni Kanun’un kabulünden sonra, Ermeni, Yahudi ve Rum cemaatleri, birbiri ardı sıra, Lozan Barış Antlaşması ile kendilerine tanınan azınlık haklarından vazgeçtiklerini açıklamaya zorlandılar.
- 1 Ağustos 1926’da, devletin Lozan Barış Antlaşması’nın yürürlüğe girdiği 23 Ağustos 1924’ten önceki tarihlerde gayrımüslimlerce edinilmiş tüm malları müsadere etme hakkına sahip olduğu ilan edildi.
- 17 Ağustos 1927’de, Elza Niyego adlı 22 yaşındaki Yahudi kızı, kendisine âşık olan ve uzun süredir taciz eden evli ve torun sahibi Osman Ratıp Bey tarafından öldürüldü. Olayın devlet tarafından örtbas edilmeye çalışıldığını gören Yahudi cemaatinin ilk kez sesini çıkarmaya cesaret etmesi üzerine, gazetelerde yoğun bir Yahudi düşmanı kampanya başlatıldı. Bazı Yahudiler “Türklüğe hakaret ettikleri” gerekçesiyle mahkemeye verildiler.
- 13 Ocak 1928’de, rejimin gözüne girmek isteyen bir grup Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) Hukuk Fakültesi öğrencisinin aldığı karar uyarınca, birden vapur, tramvay gibi toplu taşıma araçlarına “Vatandaş Türkçe Konuş!” yazılı pankartlar asılmaya başladı. Dönemin gazetelerinde “Türkçe Konuş!” hitabına tahammül edemeyen “sözde vatandaş”lardan şikâyet ediliyordu. Bu tarihten itibaren kampanyanın gereklerine uymadıkları gerekçesiyle pek çok gayrımüslim hakkında Türklüğü tahkir davası açıldı.
- 11 Nisan 1928 tarihli Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarz-ı İcrasına Dair Kanun’la doktorluk “Türk olma” şartına bağlandı. Böylece gayrımüslimler doktorluk yapamaz oldular.
- Eylül 1929’de, Defterdarlık, Yahudi okullarını, Or Ahayim Hastanesi’ni, Ortaköy Yetimhanesi’ni ve sinagogları ticari müessese sayarak bunlara yapılan bağışları ve intikalleri vergilendirmeye karar verdi. Uygulama geriye doğru, 1925 yılından başlatıldı. Bu yüksek vergileri ödeyemeyen Hahambaşılığa haciz geldi. Hükümetin baskıları sürdü ve bağışlar sıkı takibe alındı.
- 1929-1930 arasındaki 18 ay içinde Türkiyeli Ermenilerden 6.373 kişi Suriye’ye göç etmek zorunda kaldı.
- 18 Eylül 1930’da, Adalet Vekili Mahmut Esat Bozkurt, Ödemiş Yaylası’nda “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır” şeklindeki ünlü vecizesini söyledi.
- Ekim 1930’daki Belediye seçimleri sırasında yeni kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın (SCF) listesinde altı Rum, dört Ermeni ve üç Yahudi olması üzerine, iktidardaki CHF şiddetli bir gayrımüslim karşıtı kampanya başlattı. Parti kuruluşundan 99 gün sonra kendini feshetmek zorunda bırakıldı ama gayrımüslimlere kızgınlık bitmedi.
- 11 Haziran 1932’de, yürürlüğe konan Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkındaki Kanun’la yabancıların bazı mesleklerde çalışmaları yasaklandı. Bu durum özellikle Yunan uyruklu serbest meslek erbabını, küçük esnaf ve sokak satıcılarını kapsıyordu.
- Kasım 1932’de, İzmirli her Yahudi’ye Türk kültürünü benimsemeye ve Türk diliyle konuşmaya söz veren birer taahhütname imzalatıldı. İzmir Yahudilerini Bursa, Kırklareli, Edirne, Adana, Diyarbakır, Ankara Yahudileri izledi.
- 1933’te, Mardin’deki Süryanî Patrikliği, gizli ve açık baskılara dayanamayarak “cemaatin arzusu doğrultusunda”, “görülen lüzum üzerine”, “muvakkaten” (geçici olarak) Mardin’den Suriye’deki Humus’a taşındı. Ancak o günden beri geri dönmesi mümkün olmadı.
- 14 Haziran 1934’te, kabul edilen ve ülkeyi “Türk kültüründen olan ve Türkçe konuşanlar” (has Türkler), “Türk kültüründen olan ve Türkçe konuşmayanlar” (Kürtler) ve “Türk kültüründen olmayan ve Türkçe konuşmayanlar” (gayrımüslimler ve diğerleri) olarak üçe bölen İskân Kanunu’ndan sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki Rumlar ve Ermeniler, kendileri için uygun görülen bölgelere sürüldüler.
- 21 Haziran-4 Temmuz 1934’de, Irkçı Cevat Rıfat Atilhan ve Nihal Atsız gibi ırkçı yazarların Yahudi aleyhtarı ve ırkçı yazılarla galeyana gelen kitleler, Çanakkale, Gelibolu, Edirne, Kırklareli, Lüleburgaz, Babaeski’de Yahudilere saldırdılar. Olaylarda Yahudilere ait evler ve mağazalar yağmalandı, kadınlara tecavüz edildi, bir haham öldürüldü. CHF Trakya teşkilâtının örgütlediği anlaşılan olaylar sonucu 15 bin Yahudi, mal ve mülklerini geride bırakıp can havliyle başka şehirlere, ülkelere kaçmak zorunda kaldı. Olaylar yatıştığında bilanço ortaya çıktı. CHF’nin hazırladığı bir rapora göre Trakya ve Çanakkale’de yaşayan 13 bin Yahudi’den üç bini İstanbul’a göçmüş, pek çok kişi mallarını yağmalarda, mülklerini ise yok pahasına sattıkları için kaybetmişlerdi.
- 24 Temmuz 1937 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir ilana bakılırsa, Ankara Askerî Baytar Mektebi’ne alınacak öğrencilerde aranan özelliklerden biri “Türk ırkından olmak” idi.
- 6 Eylül 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan Türk Kuşu Direktörlüğü’ne alınacak tayyare öğretmenlerine dair bir başka ilanda ise ifade biraz daha rafine hâle gelmiş ve “Türk soyundan olmak” hâline dönmüştü.
- Ağustos 1938’de, hükümet “Tebaası oldukları devlet arazisinde yaşama ve seyahat bakımından baskılara tâbi tutulan Musevilerin bugünkü dinleri ne olursa olsun Türkiye’ye girmeleri ve ikametleri yasaktır” diyen 2/9498 numaralı kararnameyi çıkardı. Ülkenin tek resmî haber ajansı Anadolu Ajansı’nda çalışan 26 Musevi personelin işine son verildi. Gazete ve dergilerde genel olarak azınlıkları, özel olarak da Yahudileri ülkenin çektiği sıkıntıların sorumlusu gösteren yazı ve karikatürlerde patlama oldu.
- 1938-1939’da, yaklaşan savaşta milli güvenliği tehdit edecekleri gerekçesiyle, Anadolu’nun kırsal bölgelerinde yaşayan gayrımüslimler büyük şehir merkezlerine nakledildiler. Büyük şehirlerin yaşam koşullarına ayak uyduramayanlar ülkeden göç etmek zorunda kaldı.
- Temmuz 1939’da, Hatay’ın Türkiye’ye katılması sırasında bölgedeki Ermeniler baskılar sonucu Suriye’ye göç ettiler.
- 8 Ağustos 1939’da, Avrupa’nın çeşitli yerlerinden topladığı 860 Yahudi mülteciyi Filistin’e taşırken, yolda karşılaştığı bazı sorunlar yüzünden İzmir’e sığınmak zorunda kalan Parita gemisi, yolcuların “Bizi öldürün ama geri göndermeyin” haykırışlarına rağmen 14 ağustosta iki polis motorunun refakatinde limandan çıkarıldı. Gemi çıkarılırken CHP’ye yakın Ulus gazetesi “Serseri Yahudiler İzmir’den gitti” diye başlık atmıştı.
- 28 Aralık 1939’da, Erzincan’daki büyük depremde onbinlerce kişinin öldüğünü duyan Tel-Aviv, Hayfa, Buenos Aries, New York, Cenevre, Kahire ve İskenderiye’deki Yahudi cemaatleri aralarında topladıkları paraları, giyim eşyalarını Türkiye’ye yolladılar. Ancak gazetelerde Yahudilerin bu tavrını alaya alan, altında kötü niyet arayan yazılar, karikatürler boy gösterdi.
- 12 Aralık 1940’ta, Romanya’nın Köstence limanından aldığı 342 Yahudi mülteci ile İstanbul’a varan “yüzen tabut” namlı Salvador’un (aslında 40 kişilik bir tekneydi) bir mil bile gidecek hâli olmadığı açık olduğu hâlde Türk makamları, gemiyi yoluna devam etmesi için zorladı. Sonuç hazindi: 13 aralık günü Silivri açıklarına şiddetli fırtınaya yakalanan Salvador’un parçalarından tam 219 ölü toplandı.
- 22 Nisan 1941’de bir gün kapılarında beliren jandarmalar tarafından 12 bin gayrımüslim erkek, sivrisinek kaynayan ve sıtma yayan bataklığın, rutubet, çamur ve aşırı sıcağın bunalttığı, su darlığı çekilen altyapısız kamplara gönderildiler. “İstanbul’u unutunuz!” diye bağıran çavuşları ve subayların sesi dönemi yaşamış tüm azınlıkların belleğine yerleşti. 20 Kur’a İhtiyatlar denen bu “askerler”, Zonguldak’ta tünel inşaatlarında, Ankara’da Gençlik Parkı’nın yapımında, Afyon, Karabük, Konya, Kütahya illerinde taş kırma, yol yapma gibi ağır işlerde çalıştırıldılar ve ancak 27 Temmuz 1942 günü terhis edildiler.
- 15 Aralık 1941, Köstence limanından aldığı 769 Romen Yahudi’sini Nazi zulmünden kaçırıp Filistin’e götürmek isteyen Struma gemisi Türk makamlarının yolcuların karaya çıkmalarına izin vermemeleri üzerine, 2.5 ay Sarayburnu açıklarında hastalıkla ve ölümle pençeleştikten sonra zorla Karadeniz’e çıkarıldı. 23 mil açıkta, motorsuz, yakıtsız, yiyeceksiz, susuz, ilaçsız kaderine terk edilen Struma 24 Şubat 1942 günü, saat 02:00’de kimliği bilinmeyen denizaltılarca batırıldı. Faciadan sadece bir kişi kurtuldu. Parita, Salvador ve Struma gibi mülteci gemilerine reva görülen muamele, aynı zamanda Türkiye Yahudilerine verilmiş bir mesajdı.
- 11 Kasım 1942’de, Şükrü Saracoğlu Hükümeti, savaş sırasında ortaya çıkan mali sorunları aşmak gerekçesiyle Varlık Vergisi’ni çıkardı. Vergi mükelleflerinin yüzde 87’si gayrımüslimdi. Ermeni tüccarlar kapital güçlerinin yüzde 232’si, Yahudi tüccarlar, yüzde 179’u, Rum tüccarlar yüzde 156’sı, Müslüman-Türk tüccarların ise sadece yüzde 4,94’ü oranında vergilendirilmişlerdi. Vergilerini ödeyemeyenler Aşkale, Sivrihisar, Karanlıkdere kamplarına gönderildiler. Mart 1944’e kadar süren “Varlık Vergisi Faciası” sırasında kimi malını, kimi canını, kimi onurunu, kimi Türkiye’ye inancını yitirdi.
- 1946 yılında ilk kez üniversite mezunu gayrımüslimlerin yedek subay olarak askerlik yapmasına izin verildi. Bu demekti ki, daha önce gayrımüslimlere bu yol kapalıydı. Ancak o tarihten bu yana TSK’da gayrımüslim bir komutana rastlanmadı.
- 1946’da, CHP’nin 9. Bürosu tarafından yayımlanan “Azınlık Raporu”nda “İstanbul’da özellikle Rumlara karşı ciddi tedbirler almalıyız. Bu anlamda söylenecek tek bir cümle var: İstanbul’un fethinin 500. yıldönümüne kadar bu şehirde tek bir Rum bile kalmamalıdır” deniyordu. Rapora göre bu sorunun çözümüne geçilmeden önce Anadolu’nun geri kalan kısmı da gayrımüslimlerden arındırılmalıydı.
- 1948’de, Yahudiler yeni kurulan İsrail’e, Ermeniler ise Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’ne göç etmeye kalkınca, yıllardır onları kaçırtmak için her şeyi yapan devlet ve devlet güdümlü basın bu sefer de göçmek isteyenleri “hain” gösteren yayınlara başladılar.
- 6-7 Eylül 1955 günlerinde, Kıbrıs’la ilgili olarak Londra’da toplanacak üçlü konferansta Türkiye’nin “elini güçlendirmek” için ağırlıklı olarak İstanbul Rumlarına yönelik büyük bir yağma harekâtı örgütlendi. Ancak olaylar İzmir, Adana, Trabzon gibi merkezlere de yayıldı ve sadece Rumlar değil Ermeniler ve Yahudiler de saldırılardan nasiplerini aldılar. Kimi kaynaklara göre üç, kimine göre 11 kişi öldü, yaklaşık 300 kişi yaralandı, yüzlerce kadına tecavüz edildi. Resmî rakamlara göre 5.300’ü aşkın, gayrı resmî rakamlara göre yedi bine yakın bina saldırıya uğradı. Hasarın mali portresi konusundaki en düşük tahmin o günün değerleriyle 150 milyon lira, en yüksek tahmin bir milyar liraydı.
- 1964’te, Kıbrıs Olayları’nın etkisiyle Türk-Yunan ilişkilerinin gerginleştiği ve ünlü Johnson Mektubu’nun Türkiye’yi köşeye sıkıştırdığı günlerde, Atatürk ve Venizelos arasında 1930 yılında imzalanan “Dostluk Antlaşması” bir hükümet genelgesiyle, Türk hükümetince tek taraflı olarak iptal edildi. Türkiye’de doğup büyümüş, burada ticaret yapan, esnaflık yapan, emekçilik yapan Yunanistan vatandaşı on binlerce Rum sınırdışı edildiler. Sürgünlerin yanlarına bir bavul ve 200 lira almalarına izin verilmişti. Onlarla evli Türk vatandaşı Rumların da ülkeyi terk etmesiyle Rum cemaati yok olma noktasına geldi.
- 1974’te, İstanbul’daki Balıklı Rum Hastanesi Vakfı Yönetim Kurulu ile Hazine arasındaki bir dava nedeniyle Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun verdiği bir kararda Türkiye’deki gayrımüslim vatandaşlar “Türk olmayanlar” olarak değerlendirildi.
- 1984’te, Fener Rum Patrikhanesi, Heybeliada Ruhban Okulu’nun masraflarını karşılayamadığını söyleyerek kapatılması için izin istedi ancak o güne kadar okulu kapatmak için elinden geleni yapan hükümet, Lozan Barış Antlaşması, diğer ikili anlaşmalar açısından ve “mütekabiliyet ilkesi” açısından bunun mümkün olmadığını ileri sürerek, bu talebi kabul etmedi. Bugün bir tek öğrencisi olmadığı hâlde Milli Eğitim Bakanlığı’nca atanan okulun Türk yöneticisi her gün göreve gitmekte. Patrikhane de okulu açık tutmak için masraf yapmaya devam etmekte.
- 1985-1990 arasında PKK’ya karşı korucu olmayı reddettikleri için topraklarına el konularak yerlerinden edilen “Melek Tavusa Tapan” Êzîdîler kitlesel olarak Batı ülkelerine göç etmek zorunda kaldı.
- 2000’li yıllarda Milli Güvenlik Kurulu toplantılarının önde gelen konularından biri “Misyonerlikle mücadele” idi.
- 15 Kasım 2003, Şişli’deki Beth İsrail Sinagogu ile Galata’daki Neve Şalom Sinagogu’na iki Müslüman Türk teröristi tarafından intihar saldırısı yapıldı, eylemciler de dâhil 25 kişi öldü, 300’den fazla kişi yaralandı.
- 5 Şubat 2006, Trabzon’daki Santa Maria Katolik Kilisesi Rahibi Andrea Santoro 16 yaşında bir genç tarafından öldürüldü.
- 19 Ocak 2007’de, Agos’un başyazarı Hrant Dink öldürüldü.
- 18 Nisan 2007, Malatya’da yedi “milliyetçi” genç Hıristiyanlıkla ilgili yayın yapan Zirve Yayınevi’ni basarak üç büro çalışanını vahşice öldürdüler.[67]
Dahası olsa da burada duralım!
VIII) NİHAYET!
Leonard Cohen’in, “Her şeyde bir çatlak vardır. Işık da buradan girer,” saptamasına büyük bir önem atfederiz ki, bu Anadolu’nun otokton halkı Rumların hâli için de geçerlidir.
Ve nihayet “Olasının tüm alanını kavrayabilmek için olanaksızı düşünmek gerekir”ken;[68] hiçbir soru(n) çözümsüz değildir; uzun süre de böyle kalamaz!
Yeter ki, “Dili, sözü, kelimeyi bu kadar yükseğe yerleştirmek imkânsızdır. Söz, dünyayı hiçbir zaman kurtaramadı, kurtaramaz,”[69] gerçeğinden hareketle, “kendi yolunu seçme özgürlüğü”[70] ile Mahatma Gandhi’nin, “Köle artık köle olmamaya karar verdiği anda zincirleri kırılır… Özgürlük ve kölelik kafalardadır”; Henry David Thoreau’nun, “İtaatsizlik özgürlüğün gerçek temelidir. İtaat edenler sadece kölelerdir,” uyarılar uygun düşünülüp/ davranılabilsin![71]
N O T L A R
[1] Newroz, Eylül 2020…
[2] William Faulkner.
[3] “Murathan Mungan: Türkiye, Bir Kriz Ülkesi”, Cumhuriyet, 28 Haziran 2020, s.13.
[4] Henri Lefebvre, Mekânın Üretimi, çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2014, s.297.
[5] Şişli’deki Rum Ortodoks Mezarlığı bugünlerde büyük tartışma yaratacak ilginç bir reddedişe tanıklık ediyor. İstanbullu Rumlar, Türk- Ortodoks Patrikhanesi kurucusu Papa Efthim ve sonraki patrikler Turgut Erenerol ile Selçuk Erenerol’un mezarlarının Şişli’deki Rum Ortodoks Mezarlığı’ndan kaldırılmasını talep ediyor. Türkiye’de yayımlanan Apoyevmatini Gazetesi sahibi Mihail Vasiliadis, “Burası Rum-Ortodoks mezarlığı. Bu adamlar bırakın Rum’u, Ortodoks bile değiller. Aforoz edildiler,” diyerek mezarların kaldırılmasını talep ettiklerini ifade ediyor. İstenmeyen patrikler aynı zamanda Ergenekon sanıklarından eski MHP Milletvekili Sevgi Erenerol’un dedesi, babası ve amcası oluyor…
Efthim’in 1953’de dönemin Rum Ortodoks Patriği Atenagoras’a karşı yürüyüş organize ettiği, 6-7 Eylül’de Rumlara yönelik saldırılara destek verdiği hâlâ Rum azınlık arasında konuşulan konular arasında yer alıyor. Papa Efthim 1968’de vefat ettiğinde ise nereye defnedileceği tartışma konusu hâline geliyor. Fener Rum Patrikhanesi ve Rum cemaati Şişli’deki Rum Ortodoks Mezarlığı’na defnedilmesine şiddetle karşı çıkmasına rağmen, Efthim yetkililerin müdahalesi ile polis eşliğinde buraya defnediliyor. “Devlet destekli Patrikhane’nin” patriğinin cenaze törenine Rum- Ortodoks cemaatinden kimsenin katılmaması, yalnızca milletvekilleri ve senatörlerin törende yer alması tarihe düşen ilginç bir anektod oluyor. (Umur Yedikardeş, “Rum Mezarlığında Büyük Tartışma”, Cumhuriyet, 22 Ağustos 2015, s.7.)
[6] Murat Koraltürk, “Avukatlığın Türkleştirilmesi: 1924’te İstanbul Barosu’nda Gerçekleşen Tasfiye Üzerine Yaşanan Tartışmalar”, Toplumsal Tarih, No:212, Ağustos 2011, s.50-58.
[7] Yurtdışındaki İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu’nun (İREF) 2015 tarihli “Korkunç 6-7 Eylül 1955 Olaylarının 60. Yıl Dönümü” Raporu, 2 Eylül 2015… https://hyetert.org/2015/09/03/yurtdisindaki-istanbullu-rumlarin-evrensel-federasyonu/
[8] Cahit Kayra, Savaş-Türkiye-Varlık Vergisi, Tarihçi Kitabevi, 2011; Alev Coşkun, “Varlık Vergisi”, Cumhuriyet Kitap, No:1110, 26 Mayıs 2011, s.20.
[9] Faik Ökte, Varlık Vergisi Faciası, Nebioğlu Yayınevi, 1951.
[10] Aziz Üstel, “CHP Varlık Vergisi İçin Elbette Özür Dilemeli!”, Star, 14 Kasım 2011, s.4.
[11] Orhan Kemal Cengiz, “CHP, Alaton’dan Özür Dileyecek mi?”, Radikal, 14 Kasım 2011, s.13.
[12] İshak Alaton, Erdinç Akkoyunlu röportajı, Star Gazetesi, 11 Kasım 2011.
[13] TBMM-Darbeler Komisyonu Raporu-Kasım 2012.
[14] Rıdvan Akar, “Bir Resmi Metinden Planlı Türkleştirme Dönemi”, Birikim, No:110 (1998), s.68-75
[15] PRO FO 371/1 17642, RG 1081, Embassy Reports19.08.1954
[16] Ali Sirmen, “Yeni ‘6-7 Eylül’ler”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2013, s.5.
[17] Foti Benlisoy, “6-7 Eylül Kapanmadı”, Radikal, 7 Eylül 2012, s.19.
[18] Umur Yedikardeş, “6-7 Eylül… Gitmeyeceğiz Dediler, Zorla Gönderildiler”, Cumhuriyet, 6 Eylül 2016, s.13.
[19] Berat Günçıkan, “6-7 Eylül Tarihteki İki Yaprak Değil!”, Gündem, 7 Eylül 2015, s.14.
[20] Ümit Kardaş, “Rumlar 3”, Taraf, 15 Eylül 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/rumlar-3/
[21] SSCB Bilimler Akademisi, Ekim Devrimi Sonrası Türkiye Tarihi, Cilt-II, çev: A. Hasanoğlu, Bilim Yay., 1978, s.80-81-82.
[22] Nezih Başgelen, “Yakın Tarihimizin Kırılma Noktası!”, Milliyet, 10 Şubat 2013, s.22.
[23] Umur Yedikardeş, “6-7 Eylül… Gitmeyeceğiz Dediler, Zorla Gönderildiler”, Cumhuriyet, 6 Eylül 2016, s.13.
[24] Deniz Kavukcuoglu, “Bugün 7 Eylül Utanç Günü”, Cumhuriyet, 7 Eylül 2011, s.13.
[25] Ayhan Aktar, Sabah, 5 Eylül 2005.
[26] Agos, 6 Eylül 2013.
[27] Taner Akçam, “6-7 Eylül 1955 ve Suriye”, Taraf, 9 Eylül 2013, s.9.
[28] Umur Yedikardeş, “O Kara İki Gün”, Cumhuriyet, 6 Eylül 2015, s.12.
[29] Giovanni Scognamillo, “Başka Bir Gezegen Gibiydi”, Milliyet, 10 Şubat 2013, s.22.
[30] “Ne Kadar Gayrimüslim Varsa Evine Daldık”, Radikal, 6 Eylül 2013… http://www.radikal.com.tr/turkiye/ne-kadar-gayrimuslim-varsa-evine-daldik-1149605/
[31] Serdar M. Değirmencioğlu, “6-7 Eylül ve Çocuklar”, Evrensel Hayat, 18 Eylül 2012, s.12.</