MEVCUT YASALAR, ULUSLAR ARASI HUKUK VE GENEL HUKUK NORMLARIYLA ÇELİŞİYOR Medyaların etkinliğinin arttığı, dünyada yaşayan halkların sorunlarının iç içe geçtiği bir dönemi yaşıyoruz. Ortak çıkarların, ortak değerlerin önem kazandığı günümüzde hiç kimse, hiçbir kurum, hiçbir devlet “dünyanın herhangi bir yerinde olan şu olay beni ilgilendirmez” diyemez. Nerde olursa olsun her olay tüm insanlığı ilgilendiriyor. Irak’ın Kuveyt’i işgali dünyadaki dengeleri altüst etti. Bu olayın sonuçları hala dünya dengesinde değişiklikler yaratıyor. Kürt Sorunu, Bosna-Hersek olayları, açlık sorunu, atmosferin delinmesi, Sovyetlerin dağılması… gibi sorunlar herkesi etkilemektedir. Barış, demokratikleşme ve insan hakları sorunları bugün artık tüm dünyanın ortak değerleri haline gelmişlerdir. Bu konularda ortak metinler anlaşmalar oluşturulmuştur. İşkence ve kötü muamele yasaklanmış, insanlığın ortak soruları haline gelmiştir. ama ne yazık ki dünyanın bazı bölgelerinde yaşayan insanlar hala bu ortak değerlere sahip çıkmıyor. Bu bölgelerde insan hakları ihlalleri devam ediyor. Türkiye bu ortak değerlere sahip çıkacağını tüm dünyaya ilan ettiği halde yoğun biçimde insan hakları ihlalleri yaşanmakta, faili meçhul cinayetler işlenmektedir. Siyasi şubelerde insanlar kaybolmaktadır. Türkiye yükümlülük altına girdiği, “uyacağım” dediği kurallara uymuyor. Türkiye bu sözleşmelere uyacağını beyan etmekle kalmamış anlaşmalara imza koyarak bu ilkeleri Anayasanın 90. maddesine göre birer anlaşma olmaktan öte, birer iç yasa kuralı olmuşlardır. Türkiye bunlara uymak, gereklerini yerine getirmek zorundadır. Anayasanın ve diğer yasaların bunlara uygun hale getirilmesi bir zorunluluktur. Türkiye, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Helsinki Nihai Senedi, Paris Şartı ve AGİK süreci gibi anlaşmalara imza koymuş, yükümlülük altına girmiştir. Bu anlaşma maddeleri aynı zamanda Türkiye’nin iç hukuk kuralları haline gelmişlerdir. Ama ne yazık ki bu hukuk kurallarının gerekleri hala yerine getirilmiyor. Partimizin temel politikalarından bir tanesi de bu anlaşmalara Türkiye’nin uyma zorunluluğunu ortaya koymamızdır. Zaten Türkiye bu anlaşmalara uymadan da ülkeler arasına giremiyor. Avrupa kapıları yıllardan beri aşındırılıyor, ancak Avrupa Ülkeleri “İnsan Hakları ihlallerini ortadan kaldırın, işkence yapmayın, Kürt sorununa siyasi çözüm bulun” diyerek kapıdan geri çevirmektedir. Avrupa parlamentosu, son aldığı bir kararla Türkiye’nin “Kıbrıs, İnsan Hakları ve Kürt Sorununu çözmek” şartıyla bu kurumlara üye olabileceğini tekrarlamıştır. Bu durumu en yüksek yargı organının üyesi olan Yılmaz Aliefendioğlu Sosyalist parti kapatılması davasında şöyle dile getiriyor: “…Türkiye 1990 yılında imzaladığı Paris Paktıyla ulusal azınlıkların, etnik, kültürel, din ve dilinin korunacağını, ulusal azınlıklara mensup kişilerin bu kimliklerini ayrıma tabi tutulmaksızın ve yasa önünde tam bir eşitlikle, … olarak beyan etmeye ve korumaya ve geliştirmeye hakkı olduğunu güvence altına alındığını” hatırlattığı o yazısında “…Türk-Kürt federasyonunu savunmanın ve Kürtlerin dillerini, kültürlerini geliştirme, siyasal çalışma ve örgütlenme haklarının bulunduğunu söylemesinin devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma anlamına gelmez…” iddia makamı bu sözleşmeleri göz önünde bulundurmayarak iç hukuk kuralları ve genel hukuk normlarıyla çelişmektedir. Yasakçı, inkarcı ve gerçekliğimizle bağdaşmayan gerekçelerle iddianame, hazırlanmıştır. Yine Paris şartının bir bölümünde şöyle deniliyor: “…Bir ulus içinde azınlıkların kültür, din ve dil yönünden ait oldukları kimliğin korunacağını ve azınlıklara mensup kimselerin hiçbir ayrım yapılmaksızın yasa önünde tam bir eşitlik içinde iş bu kimliği serbestçe ifade etmek, korumak ve geliştirmek hakkında sahip olduklarını teyid ederiz…Halkların eşit haklara sahip bulunduğunu ve halkların BM Anayasasına, devletin toprak bütünlüğü de dahil, uluslar arası hukukun ilgili normlarına göre uygun olarak kendi kaderlerini tayin hakları olduğunu teyid ederiz…” Bu anlaşmaya göre Türkiye “…Ulusal azınlıkların etnik, kültürel, dil ve dini kimliklerinin korunacağını, ulusal azınlıklara mensup kişilerin bu kimliklerini ayrıma tabi tutmaksızın ve yasa önünde tam bir eşitlikle hür olarak beyan etmeye, korumaya ve geliştirmeye hakları olduğunu…” kabul etmiştir. Ancak ne yazık ki Türkiye Cumhuriyet yetkilileri ve kurumları buna rağmen hala eski politikalarını tekrarlamaktadırlar. Bunun en iyi örneği elimizdeki iddianamedir. İddianamenin mantığı günümüz gerçekliğiyle bağdaşmıyor. Uluslar arası hukukla çelişiyor, insanlığın ortak değerlerini hiçe sayıyor. Kısacası iddianame resmi ideolojinin yeniden bir tekrarıdır. Anayasa ve Ceza yasaları kuralları, uluslar arası hukuk ve genel hukuk kurallarının önünde gelmez. Yine bunu Anayasa Mahkemesi üyesi Yılmaz Ali Efendioğlu SP kapatma davasında hukukun genel kurallarının Anayasa kurallarından önde geldiğini belirterek…” katılmadığını belirtmiştir. Hukukun genel kuralları gözardı edilerek hazırlanan iddianame hukuki değildir. Siyasi bir metindir. Resmi ideolojinin ürünüdür. Gerçekliğimizle çelişiyor. KONUŞMALARIMIZDA SÖZCÜKLER CIMBIZLA ÇEKİLEREK YARGILAMA KONUSU YAPILMIŞTIR Partimizin bütün basın açıklamaları, yöneticilerimizin tüm konuşmalarında eşitliğe, kardeşliğe dayalı çözümden bahsedilmektedir. Ancak basın, açıklamalarınızın başlıklarını çoğu zaman çarpıtarak atmıştır. Tüm açıklamalarımızın başlıkları başka, içerikleri başkadır. Amaç, bizi kamuoyunda yanlış göstermek kafa karıştırmaktır. Örneğin Türk halkının, işçisinin, emekçisinin sorunlarını dile getirdiğimiz basın açıklamalarımız basında hiç yer almıyor. Bazen de işçi grevini ziyarete giden yöneticilerimiz gözaltına alınıp “…Siz Kürtsünüz, neden işçi sorunlarıyla ilgileniyorsunuz?…” denmiştir. Türk kökenli kökenli yöneticilerimiz gözaltına alınırken “…Siz Türksünüz, bu Kürtlerin arasında ne işiniz var?…” demektedirler. Görüldüğü üzere basın yaptığı çarpıtmalarla aslında sadece bizi değil, esas olarak Türk Kürt halkının kardeşliğini baltalamaktadır. Kamuoyunda resmi ideolojinin ve basının çabaları sonucu “Kürt partisi” imajı içerisinde boğulmak istenen partimize yakıştırılan bu sıfat doğru kabul edilse bile bu Türk ve Kürt halkından insanların ortak demokratik değerler adına birarada bulunmalarına engel midir? Ne demektir siz Kürtsünüz, işçilerle ne işiniz var ya da siz Türksünüz, Kürtlerin içinde ne işiniz var? Bunu soranlar bizler değiliz bazı güvenlik güçleridir. Şimdi bölücülük sıfatlandırılması bize mi yoksa bunlara mı daha çok yakışıyor? Biz Türkiye2de yaşayan bütün emekçi insanların eşit ve özgür koşullarda birliğini savunuyoruz. O yüzden de bu soruları sormuyor, tersine soranların yanlış yaptıklarını savunuyoruz. Tüm arkadaşlarımın, bu arada benim de konuşmalarımın bütünlüğü bozularak, içindeki Kürdistan, PKK, Abdullah Öcalan sözcüklerinin altı çizilerek soruşturma yapıldı. Gözaltında iken polis, daha sonraları savcı ve yedek hakimlikte aynı yol izlendi. Bizlere sorulan sorular genellikle bu dört sözcük üzerine oluşturuldu. İddianamede de aynı şeyleri görmek mümkün. Benim konuşmamda öne çıkarılan soruları kısaca yanıtlamak istiyorum. İddia makamı konuşmamın “ilk cümlesinde Kürdistan diyerek” bölücülük yaptığımı iddia ediyor. Kürdistan sözcüğünü ne ben ne de partim icat etmedi. Bu sözcük Osmanlı Padişahları, Atatürk, İnönü ve birçok insan tarafından da kullanılmıştır. Osmanlı döneminde çok rahat bi şekilde kullanılan Kürdistan sözcüğü 1930 yıllarından itibaren terkedilmiştir. Çünkü Kürtler bu tarihlerden sonra yok sayılmıştır. Kürtlerin Türk oldukları ileri sürülmeye başlandı. Kürt sözcüğünü ise bütün burjuva partileri bile kullanmaktadırlar. Osmanlı döneminden bir örnek vermek istiyorum. Kanuni’ye ait Hükmü Şerif de şöyle deniliyor: “…Yavuz Sultan Selim zamanında Kızılbaşlara cephe alarak müsbet ve hayırlı işlerde bulunan ve şimdi de devlete doğrulukla hizmetler ifade eden, bilhassa bu defa ki İran seferine katılarak Kızılbaşların yenilmesini yararcılık gösteren Kürt beylerine, gerek devlete karşı gösterdikleri özkulluk ve dilaverlikleri karşılığı olarak ve gerek kendilerinin müracaat istirhamları gözönüne alınarak her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eşyalar ve kaleler geçmiş zamandan beri yurt…. ve ocakları olduğu gibi, ayrı beraatlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip tasarruf oldukları eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle oğuldan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir. Bu münasebetle aralarında asla anlaşmazlık ve geçimsizlik çıkmamak, dışardan müdahale ve taarruz edilmemelidir… Bunlar anlaşmazlıklara Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacaklar. Eğer bey ölmüşse varissiz, akrabasız ölmüşse o zaman eyaleti hariçten ve yabancılardan kimseye verilmeyecek, Kürdistan beyleriyle görüşülüp ve ittifak edilip, onlar bölgenin beylerinden veya beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse tevcih edilecektir…” Topkapı Müzesi arşivi. E11969’dan aktaran Nazmi Sevgen: Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türk beylikleri Osmanlı belgeleri ile Kürt Türkleri tarihi TKAE yayınları 1982 Sayfa 42’den sadeleştirilerek Yurt Ansiklopedisi. Cilt 4 Sayfa 2311 ve M.Çimen age.sayfa 37-38) Bu örneği vermemin amacı Osmanlı döneminde Kürdistan sözcüğünün kullanıldığını göstermek ve Kürtlerin şimdikine oranla daha iyi olduğunu kanıtlamaktır. Tabi Kızılbaşlara karşı savaşmaları karşılığında. Osmanlı döneminde de Kürtlerin sorunları vardı. Eziliyorlardı, horlanıyorlardı, ciddi hiçbir hakları yoktu, çeşitli baskılarla karşı karşıyaydılar… En büyük fark Cumhuriyet öncesi Kürtler yok sayılıp, inkar edilmiyorlardı. Kendi sorunlarının bazılarını kendileri çözüyorlardı. Bir nevi iç özerkliğe sahiptiler. Bu durum Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar devam edip daha sonraları baskıyla, zorla yok sayılmıştır. Asimilasyon politikasıyla eritilmeye çalışılmışlardır. Yukarıdaki alıntıdan da görülüyor ki Kürdistan, benim icat ettiğim bir sözcük değildir. Kürtlerin üzerinde yaşadıkları coğrafyaya tarihin her döneminde Kürdistan denilmiştir. Asya Türklerin oturduğu yer, Türkistan, Kazakların üzerinde yaşadıkları coğrafya, Kazakistan; Taciklerin oturduğu arazi ve topraklar Tacikistan; Ermenilerin ki Ermenistan,…. Kürtlerin üzerinde yaşadıkları toprak parçası, coğrafya da Kürdistandır. HEP 1990 tarihinde kuruldu. Kürdistan sözcüğü bu yazıda da görüldüğü gibi en az 4 asır önce kullanılmıştır. Yine, Kanuni’ye ait Hükmü Şerif incelendiğinde Kürt ve Kürdistan sözcükleri kullanılmakla kalmamış, “eyaleti hariçten” denilerek eyalet sisteminden bahsedilmiştir. “…Eğer bey ölmüşse varissiz, akrabasız ölmüşse o zaman yabancılardan kimseye verilmeyecek Kürdistan beyleriyle görüşülüp münasip görürlerse…” denilerek iç ve geride olsa bir özerklikten bahsedilmiştir. Bu alıntılardan a.ıkça anlaşıldığı gibi Osmanlı döneminde Kürt beyleri bazı kararları kendileri verebiliyorlardı.
/Devam edecek/