“Kimse 70 bin dolar için bu işe bulaşmaz!” Ama Porter (Mel Gibson) bulaşmıştı işte. Hem de ne bulaşma! Yayında ve yapımda fazlasıyla emeği olduğu adi bir hırsızlık olayı sonrasında soygunda sürücü kadrosunda yer alan eşiyle birlikte paylarına düşen 70 bin doları alarak buluşma noktasından tam ayrılacakları sırada, düzenbaz ortağıyla işbirliği yapmış karısı tarafından silahla arkadan vurulan; ancak buna rağmen hayatta kalmayı başararak kendisini ruhen ve bedenen iki defa arkadan vuran karısı ile kirli bir işbirliğine giden eski ortağı başta olmak üzere, çaldırdığı parasını kendisine vermemekte inatla direnen, aslında çok büyük bir meblağ olmamasına rağmen güvendiği insanlar eliyle “arkadan vurulmasını” ve bir soyguncuyken soyulmuş olmasını gurur meselesi haline getirmesini bir türlü anlamayan, fark edemeyen; bu kibirleri, bu küstahlıkları yüzünden de “rakam” konusunda kendisi tarafından sürekli olarak düzeltilmek zorunda kalan her kim varsa, kıyısından köşesinden de olsa bu işe kim bulaşmışsa polislerin, mafyanın ve düzenbazların ne bir dolar az ne de bir dolar fazla sadece 70 bin dolara tekabül eden garip bir intikam davasıyla Porter tarafından tümüyle ortadan kaldırılmasının nefis bir hikayesiydi Payback filmi.
Kazandıklarıyla, sahip olduklarıyla normal şartlarda çok rahat karşılayabilecekleri cüzi bir miktarı ”anlamıyorsan kurtul!” mafyatik mottosu sebebiyle ödemekten ısrarla kaçınan bir takım karanlık adamların, ya da şımarık hödüklerin bu küstahlıkları yüzünden Porter tarafından zaman zaman tek tek zaman zaman da toplu halde ortadan kaldırılmalarını “yahu verin de kurtulun be kardeşim!” iç sesimizin eşliğinde büyük bir merak ve elbette keyifle izlediğimizi hatırlıyorum.
Ancak doğaldır ki Mel Gibson’un oynamadığı, adeta sahne sahne döktürdüğü bu nefis serüveni izlerken gün gelecek benzer bir Payback intikamının bu sefer “yerli ve milli” versiyonunun rejimiyle, düzeniyle, kamu kaynaklarıyla palazlandırılan utanmaz haramzadeleriyle yani kısacası tüm hatlarıyla, tüm aktörleriyle artık dibine kadar batmış bizim memlekette de yaşanabileceğini ve bu intikam hikayesinin bir ülkeyi, bir iktidarı, bir düzeni, bir rejimi adeta dut gibi silkeleyebileceğini asla ama asla tahmin etmemiştik.
“Baba olduğumu kızlarım doğduğunda anlamıştım” diyecek kadar hani doğrusunu söylemek gerekirse eril dilin fazlasıyla egemen olduğu böylesine yobaz bir kültürde görmeye pek de alışık olmadığımız üzere kızlarına son derece düşkün olduğunu anladığımız organize bir “baba”nın, kızlarını üzen, korkutan ve tahmin ediyorum ki bolca da ağlatan artık herkesin malumu olduğu kadın polisin kullanılmadığı o baskın ayıbının cari iktidar katında herhangi bir özürle telafi edilmemesi karşısında eski suç ortaklarına karşı bir tripod, bir kamera ve bir sosyal medya hesabı üzerinden açmış olduğu bu hayırlı savaşı milyonlarca insan gibi ben de büyük bir merak ve dikkatle takip ediyorum. Çekilen her kayıtla ya da atılan her tweetle birlikte merhum Uğur Mumcu’nun katledilmesi arifesinde her devrin derin devleti Mehmet Ağar tarafından dillendirilen ve o tarihten beridir derin devletle adeta özdeşleşen o meşhur duvardan sanki bir tuğla çekiliyor.
Çekilen o her bir tuğladan içeriye sızan güneş ışığıyla birlikte de bu ülkeyi sevenlerin, sevdiklerini iddia edenlerin aslında deresiyle, tepesiyle, ağacıyla, beşeri sermayesiyle ve tüm kaynaklarıyla ülkenin bizatihi kendisini sevmekten ziyade bu ülkenin hem kendilerine hem de o haramzade yandaşlarına sağladığı kamu imkanlarını çok daha fazla sevdiklerini, ağızlarından besmeleyi ve milliyetçi jargonu eksik etmeyen malum dinbazların, sahtekarların öksürünceye, tıksırıncaya kadar boğazlarını haram lokmalarla ağzına kadar nasıl doldurduklarını, kendilerinden bekleneni yerine getirmesi için iktidar tarafından kamu bankaları kullanılarak medya sahibi yapılan utanmazlıkta, pişkinlikte, suçta ve ayıpta fazlasıyla “doz” aşımına uğrayan bazı malum hırsız tüpçülerin ve onların ağa babalarının servetlerini yıllardır hangi karanlık yollarla edindiklerini, yıllardır “haberci” sosu verilerek bu halka pazarlanmaya çalışılan bazı utanmaz gazetecilerin ya da kendisine teslim edilen medyanın “amiral gemisini” her türlü resmi operasyonların merkezine koymaktan çekinmemiş malum kaptanların aslında mafya ile siyasetçiler arasında ulaklık görevini yerine getirmekten başka hiçbir görevi bulunmayan “yarı resmi” birer memur ya da “iş takipçisi” olduklarını çok daha iyi görüyoruz, anlıyoruz artık.
Dolayısıyla her ne kadar Porter’ın intikam serüveni sadece şehrin mafya yapılanmasının tümüyle çökertilmesiyle sona ermiş olsa da, hani ben pek ihtimal vermiyorum ama taraflar arasında herhangi bir sürpriz anlaşma yapılmazsa eğer, Sedat Peker’in, kızlarının gözyaşları uğruna başlattığı ve ülke çapında daha önce görülmemiş bir etki yaratmayı başardığı bu çılgın intikam harekatının devam edeceğini ve hiçbir şeyin ama hiçbir şeyin artık eskisi gibi olamayacağını, yaşanamayacağını; insanların malına, mülküne ve hatta canları üzerine vahşice “çökerek” ayakta kalmaya çalışan koca bir suç organizasyonunun sadece iki küçük kız çocuğunun çığlığına yenik düşeceğini; bir babanın haklı öfkesinin hafife alınmasının ağır bedelinin en altından en üstüne bu kirli yapıda kim varsa herkes tarafından bir şekilde ödeneceğini, sonuna kadar ödetileceğini tahmin ediyorum.