Ömer Güneş: Kobani Davası ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürd Yargılamaları

Yazarlar

Postkolonyal bir söylem içinde barbar kelimesi yeni kavramsal anlamlar kazanırken Türk devlet sistemini en iyi ifade eden kavramın bu olduğunu belirtmek gerekir. Dünyanın değişmesine paralel olarak barbarın da değişmesini beklemek siyasal bir körlüktür. Barbar ancak ve ancak barbarlığın kendi tonları içinde gezinir. Barbar bir yönetim veya sistem zora girdiğinde beklenmedik şekilde pragmatist davranmasına aldanmamak gerekir. Zira dünya değişirken barbar, değişen dünyanın ona bir imkan olarak sağladığı siyasal zeminlerde yeni barbarlık formlarını icad eder. Türkiye Cumhuriyeti Kürdlere karşı barbarlığın bütün varyantlarını kuruluşundan bugüne kadar hep uygulamaktadır. Kobani Davası ve kararı da bunun en aktüel şeklidir. 

16 Mayıs`ta Kobani Davası olarak adlandırılandavada `yargılanan` Kürd politikacılarına ve bazı Kürd dostlarına toplamda 400 yıl civarında ağır cezalara hükmedildi. 

Kürd tutsakların antikolonyal dili, mahkemenin kurulu düzen dili

Kobani Davası’nda Sayın Selahattin Demirtaş ve bütün tutsakların savunma metinlerindeki güçlü antikolonyal söylemlerin düzeyi Kürd ulusal bilincinin, Kürd politik düşüncesinin geldiği düzeyi göstermesi bakımından önemlidir. Kürd tutsaklar itiraz ettikleri Türkleşme kolonyalizmine karşı tarihsel Kürd yargılamaları içinde kendilerinin pozisyonlarını, varoluş biçimlerini, siyasi mücadelelerinin amaçlarını mahkeme salonlarında, SEGBİS dijital arenasında mahkeme heyetinden ziyade Kürd kamuoyuna dönük ulusal bilinci yülselten bir alana konuştular. Savunma dilini de bu şekilde oluşturdular. Kobani Davası’ndaki savunmanın dili ulusal benliğinin direniş dilidir, universal değerleri barbarlara hatırlatma dilidir. Mahkeme heyetinin dili ile hükümetin ve devletin karara karşı verdiği beyanlardaki dil ise hem kurulu düzen adına onaylı bir şiddetin dilini temsil eder hem de Türk kamuoyunda bu karara haklı gerekçeler sunan, kararın masum bi karar olarak algılanmasını sağlayacak söylemler üreten propagandatif bir dildir. Kürd tutsaklar İbrahimi söylem kullanırken, mahkeme heyeti iktidar adına en Mephistocu savlarını kullanan bir dile sahiptir.  

Kürd tutsaklar doğal ulusal yaşamlarının ve Kürdistan’ın tarumar edilmesine karşın mağduriyet dilini doğal bir direniş ile birlikte kullanırken, güçlü olmanın sağladığı dokunulmazlık zırhına sığınan mahkeme heyeti iktidar adına hilebaz ve sahte bir adalet söylemine sığındı.   

Türk mahkeme sistemi esasında sadist bir ruhun cezalandırma eylemi iken, savunma metinleri incelendiğinde Kürd siyasetçilerin aslında bir öğretmen misyonu çerçevesinde konuştuklarını belirtmek gerekir. Elbette asaletle temayüz eden beden dili de bu öğretici misyonu tamamlayıcı nitelikte idi. 

Devletin Kürd Yargılaması: Hukuk değil buyruk

Kobanê Davası’nda verilen mahkeme kararındaki esas amacın Kürdün imhasını hedeflediğini görmeden yapılan bütün yorumların, akıl yürütmelerin Deleuze’ûn deyimiyle bizzat siyasal şiddet olduğunu kabul etmek gerekir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasındayken Osmanlı Sultanı Yavuz Selim devrindeki gibi Kürtlerin siyasal ve askeri desteğine şiddetli ihtiyacı vardı. Ancak yeni devletin kuruluşuna kadarki son yüzyıllık süre zarfında Türk yönetimi Kürtlere ilişkin epeyce birikmiş teorik ve programatik bir ajandaya sahipti. İttihadi İslam politikasinın mimarı Sultan II. Abdülhamid’in bile ajandasında Kürtleri belli politikalarla Türklerin içinde eritmeyi başka bir deyişle asimile etmeyi hedefleyen ajandası vardı. Türk Cumhuriyetini kuran kadroların hemen hepsi ya İttihat-Terakki kadrosuna mensuptu veya onun fikri tedrisatinda yetişmiş kadrolardı. Bu nedenle Cumhuriyetin kurucu kadrolarının Kürtlere ilişkin başından beri kötücül ajandaya sahip olduğu yeterince görülüyor. Cumhuriyet tarihi boyunca Kürd yargılamalarını hukuk içinde tartışmak büyük bir yanılgıdır. Kürt yargılamalarının arka plandaki paradigmatik sebepleri de, açık işlenen katliamlar da Kürtlerin asimilasyonunu stratejik gören bir Türkçülüğün inşasına dayanır. 

Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren siyasal yargılamalar idarenin tasarruf ve buyruklarının mahkeme eliyle icra edilmesinden ibarettir. Diğer bi deyişle Türkiye’de siyasal yargı mevzuatı hükümet ve devletin buyruklarının kodifikasyonundan ibarettir. 

Cumhuriyetin ilk yıllarında ilk siyasi Kürd yargılamaları Koçgiri serhildanının bastırılmasının neticesinde gercekleşti. O dönem İstiklal Mahkemeleri’nin 1. dönemiydi. Fakat devletin gerek soruna yaklaşım biçimi, gerekse ayaklanma bölgesindeki askeri ve siyasi tedbir biçimleri devletin Kürd ulusal haklarına ve Kürd önderlerine yaklaşımının önsel bütün siyasal/askeri kodlarını içeriyordu. 

Takriri Sükun Kanunu: Kürd Yagılamalarında idari buyruk

Kürd yargılamalarının mevzuat başlangıcı Takriri Sükun Kanunu sayılabilir. 14 Şubat 1925’te başlayan Şeyh Said-Azadi serhildanını bastırmak amacıyla hümümet değişmiş, İsmet İnönü yeni başbakan olmuştur.  İsmet İnönü Takriri Sükun Kanununu Kürd serhıldanına karşsı tedbir mahiyetinde sunmuştu. 4 Mart 1925’te kabul edilen yasa maddesi şu şekildedir:  

  • MADDE —- İrticaa ve isyana ve memleketin nizamı içtimaisini v buzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ihlâle bâis bilûmum teşkilât ve tahrika ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı Hükümet, Reisicumhurun tasdikiyle, re’sen ve idareten men’e mezundur. îşbu efal erbabını Hükümet İstiklâl mahkemesine tevdi edebilir. 

Maddede görüldüğü gibi hükümetin alacağı bütün tedbirler idaridir, meclis denetimine veya yargı denetimine tabi değildir. Hükümet istediği şahısları İstiklal Mahkemesi’ne sevk edebilir. Diger bir deyişle Takriri Sükun Kanunu kararnamelerle belirlenen bir Kürd politikasını içeriyordu. 

Devletin Kürd Yargılamaları Türkleştirmeye direnme yargılamalarıdır

Devletin Kürtlere ilişkin 1921-1938 yılları arasında belgeleri birlikte değerlendirildiğinde devletin Türkçü Ulus-Devlet inşasi çerçevesinde Kürdlere yönelik politikaları özetle şunlardır;

  • Kürd aydınlarını, liderlerini tasfiye etmek
  • Kürdlerin toplumsal formu olan aşiretleri zayıflatmak ve ortadan kaldırmak
  • Türkleşmeye direnen Kürdleri cezalandırmak, ortadan kaldırmak

Bu politikaların doğal sonucu olarak zayıflayacak Kürd toplumunun asilimilasyon havuzunda hızla Türkleşeceğini umut ettiler.  

Nitekim 6 Nisan 1925’te ise sadece Kürdlerin yargılamalarını sağlamaya yönelik Şark İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Şeyh Said ve arkadaşları Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp idam edildiler. 1925 yılı Kürt idamları, ağır cezalandırmalar ve sürgünlerle geçti. 

1926 yılında ise devlet Kürd ileri gelenlerini yok etmek, Kürt aşiretlerini etkisizleştirmek amacıyla Cemilê Çeto, Kör Huseyin Paşa, Bıroyê Heski Têli gibi zamanında devlete yardım etmiş şahsiyetler de dahil olmak üzere tümü hakkında gözaltı, yakalama kararı çıkartır. Derdest edilen Cemilê Çeto ve bircok tanınmış şahsiyet Diyarbakır’da yargılandılar. Bir kısmı idam edildi, bir kısmı ceza aldı, bir kısmı sürgüne gönderildi. 

Ağrı Dağı serhildanında devlet, Geliye Zilan’da uyguladığı soykırımdan sonra Türkçülüğe engel olarak gördüğü Kürd toplum öncülerinden yüzlerce şahsiyeti kafileler halinde Adana`ya gönderip orada Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılanmalarını sağladı. Bir kısmı hakkında idam cezası kararı verildi, bir kısmı hakkındada değişik ağırlıkta ağır cezalar verildi. Adana yargılamaları Kürd tarihinde büyük trajedileri içeren bi mahiyete sahiptir.

1927 yılında ise Kürd toplumu üzerindeki kolonyalist egemenlik politikalarının daha da kurumsallaşması icin 1. Umum Müfettişliği kurulur. Bununla birlikte devletin Kürd politikası tamamen müstemleke kurallarına göre yönetilmeye başlandı. Elbette Tedrisat Kanunu, İskan Kanunu vb. müstemleke yasalarla Kürd toplumu türkifikasyona kamplarına dönüştürüldü.  

Daha sonraki bütün süreçlerde, 49’lar yargılaması, 12 Eylül sonrası 1980’lerdeki Sıkıyönetim ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri yargılamaları bir Kürd aydınlanmasını, Kürd örgütlülüğünü engellemeye dönük ağır ceza tehdidi altında gerçekleşti. Kürd toplumu aydın, politikacı, şehirli, köylü, dindar, solcu, ateist, alevi bütün farklılığıyla devletin özel ceza mahkemelerinde yargılandılar. Kürd hareketinin 1990’lı yıllarda toplumsallaşmasıyla birlikte onbinlerce Kürd ağır cezalarla yargılandı. Sayın Abdullah Öcalan’a 1999 yılında, Şeyh Said`in idamının yıldönümü olan 29 Haziran tarihinde idam cezası verildi.  

Kısacası Kürd ulus bedeni Türk kamusal alanda imha edilmeye tabi tutuldu. 

Gerek taktiksel gerekse mecburi nedenlerle zaman zaman Kürt siyasi hareketiyle müzakere amaçlı görüşmeler yapılsa da böyle dönemlerde devletin bütün mesaisi Kürt hareketinin zayıflatılması, terörize edilmesi, Türkleşmeyi kabule zorlamasına harcanmaktadır. 14 Nisan 2009 tarihinde başlayan `Yol Haritası` döneminde devlet bir taraftan Kürd tarafı ile `çözüm müzakereleri` yürütürken diğer taraftan `KCK Operasyonları` adı altında sivil arenada politik mücadele ile iştigal 30 bine yakın Kürd hakkında soruşturma, kovuşturma başlatarak onları yargıladı. Benzer bir senaryo 2013-2015 tarihlerindeki `Çözüm Süreci’nden hemen sonra tekrarlandı. Çözüm Süreci’ni sonlandıran devlet o tarihten bu yana PKK’ye karşı askeri, Sayın Öcalan’a karşı tecrit, HDP’ye ve Kürd toplumuna karşı siyasi tutuklamalarla baskı ve şiddet politikasını kesintisiz bir şekilde sürdürdü. Kobani Davası’nda verilen kararlar bu anlamda barış-savai ikileminde kritik yeni bir kaos dönemine işaret etmektedir.  

Kobani Davası Kararı

Kobani Davasındaki karar, devlet aklının, Cumhuriyetin 100. yılında kuruluş ideolojisi olan Tükçü Kolonyalizm’den zerrece sapmadığını göstermektedir. Çözüm sürecini bitiren Türk devleti o günden yana dokuz yıldır Kürdlere karşı her alanda her türlü vasıta ile en üst düzeyde şiddet uyguluyor. Ne var ki son yerel seçimde Kürtlerin direnerek politik bir aktör olarak varlıklarını teyit etmeleri, baskı politikasının başarısızlığını net bir şekilde göstermektedir. Devlet Türkleştiremediği Kürd toplumundan intikamını Kobani Davası’nda Kürd liderlerine ceza vererek almaktadır. Burada Avukat M.Emin Aktar’ın da belirttiği gibi, ”Cezalar (Türk) egemenliğine yönelen itiraza verilmiştir.” 

Yüzyıllık deneyimin bize hakikatten ‘şiddetle’ gösterdiği üzere Türk siyasasinin sağ, sol, liberal, İslamist bütün fragmanlarının birleştiği husus faşizme dayalı katı bir Türklüktür. Diğer bir deyimle tercihli Türklük, tercihli bir faşizm, tercihli bir emperyal ütopya. 

Makro sosyolojik teorilerin icinden bakarak Türk siyasal iktidarının da birkaç kuşak içinde değişeceğini varsaymak ilk bakışta sosyolojik bir bakış olarak görülebilir. Ancak mikro bir analize tabi tutulduğunda bu bakışın sosyolojik tanımlara tekabül etmediği rahatlıkla idrak edilebilir. Herşeyden önce devlet ekseninde şekillenen Türk toplumunun demokratik dönüşümünü sağlamanın ön koşulu Türk ana yönetiminin içinden güçlü bir siyasal iradenin öncülüğünde uzun vadeli programatik bir demokratik dönüşüm reçetesinin pratize edilmesidir. Ne var ki yüzyıllık Cumhuriyet tarihinde böyle bir akımın geliş(e)mediği ortadadır. Ya da şu temel soruyu soralım: Osmanlı’nın başından yıkılışına, T.C’nin kuruluşundan bugüne kadar neden toplumsal bir ihtilal, devrim gerçekleşmemiştir? Belki de Türk devlet geleneğinin neden demokratikleşemediğinin veya demokratikleşemeyeceğinin cevabı derin sosyolojik, tarihsel teoriler gerektirmektedir. 

Son olarak şunu belirtmekte fayda görüyorum; Kobani Davası’nda da görüldüğü gibi Cumhuriyet’in yüzyıllık Kürd yargılamalarına ilişkin bütün metinleri Derridai anlamda dekonstruktiv bir yorumlamaya tabi tutmak anti-kolonyal bir Kürd siyasal düşüncesinin gelişimine önemli katkı sağlayacaktır. 

 

İlginizi Çekebilir

Amerikalı akademisyen Rojava’nın kitabını yazdı
Yetki sadece Erdoğan’da: Seferberlik ilan edebilecek

Öne Çıkanlar